Türk Geleneksel Okçuluğu – Bölüm 2




Türk Geleneksel Okçuluğu

Bölüm 2: Malzeme ve Teknik

Yazan: Dr.Murat Özveri

Çeviren: Dr. Mert Topçubaşı

 

Türk geleneksel okçuluğunun izleri Altay dağlarının gölgesinden Batı Anadolu sahillerine kadar takip edilebilir. Türkler tarihleri boyunca vatanlarını, alfabelerini, yaşayış biçimlerini hatta dinleri değiştirmiştir, ancak okçuluğa duydukların sevgi ve tutkuları 20 yüzyılın başına kadar aynı kalmıştır.

 

Türk okçuluğunun üç döneminden en iyi bilineni, Türklerin İslamiyeti kabul etmelerinden sonraki dönemdir. Özellikle Osmanlı okçuluğu çok iyi belgelenmiştir. Günümüze kadar ulaşmış yazmalar, tekke kayıt defterleri ve menzil taşlarının yanısıra, müzeler ve özel koleksiyonlardaki çok sayıdaki okçuluk malzemesi, Osmanlı okçuluğuna dair çok değerli bilgi kaynaklarıdır.

 

Türkler İslamiyeti 8.-11. yüzyıllarda kabul ettiler.  Selçuk Türkleri 1071’de Malazgirt’te IV. Roman Diogenes komutasındaki  Doğu Roma ordusunu yenerek Anadolu’ya girdiler. Göçebe yaşam biçimlerinin ve kültürlerinin doğal sonucu olarak, Türk ordusu muhtemelen sadece Selçuklulardan oluşmuyordu. Orduda başka etnik grupların var olmuş olması sebebiyle, muhtemeldir ki kullanılan silahlar da standart değildi. Ancak bir çok kabartma ve minyatürde, Selçukluların Dr. Ünsal Yücel’in “Doğu Türkistan tipi yaylar” olarak adlandırdığı tipte yaylar kullanmakta oldukları görülmektedir.

 

Bu yaylar uçbükümlü profilleri ve “kulak” adı verilen tamamen ahşap ve bükülmeyen (rigid) uç kısımlarıyla Hun, Macar ve Moğol yaylarına benzerler. Nispeten kısa ve at üzerinde kullanımı kolay olan bu Asya icadı, başka bazı mekanik üstünlüklere de sahiptir. “Doğu Türkistan tipi” yayların erken çekiş kuvvetleri, aynı çekiş gücüne sahip düz kollu yaylardakinden daha yüksektir. Bu sebeple, bu tip yaylarda aynı çekiş kuvveti ve aynı çekiş mesafesinde, daha fazla enerji depolanır. Yay kollarının bükülmez uç kısımlarının oluşturduğu kaldıraç etkisi sayesinde, kısa kollu yaylarda yaşanan bir sorun olan “sıkışma” hissi yaşanmaz ve daha uzun çekiş yapabilmek mümkün olur. Türk yaylarının uç kısımlarında ”siyah” adı verilen kalınlaşmalar vardır. Yay kolunun tamamen ahşap bir uzantısı olan “kulak”tan farklı olarak, siyah Türk yaylarının kasan ve baş kısımlarını içeren, üçgen kesitli, rijid uç kısımlardır. Diğer tüm Asya tipi yaylar gibi, bu yaylar da boynuz, sinir ve ağaçtan oluşan bileşik (kompozit) yaylardır. Bu üç farklı malzeme, hayvan dokularından elde edilen ve kollajen esaslı tutkallar ile birbirlerine yapıştırılır.

 

Selçuklular Asya tipi başka yaylar da kullanmış olabilirler: 1218-1219 yıllarında yazılmış olan Kitab-ül Agani’de, bir Selçuklu atabeyi olan Bedreddin Lulu’nun elinde “siyah”ları olan kısa bir yay görülür. Yine de Selçukluların farklı yaylar da kullanmış olabileceğini kesin olarak ispatlayabilecek, eski yay kalıntıları veya başka herhangi bir arkeolojik bulgu yoktur. Aynı döneme ait tüm diğer resimlerde, rijid uçlu uzunca yayların sıkça kullanıldığı görülür. Yayların ve diğer okçuluk malzemelerinin bu resimlerdeki sanatsal ifade edilişleri sırasında, sanatçının kişisel yorumu ve yeteneği kadar dönemin sanat tarzının da tasviri etkilemiş olduğu düşünülebilir. Sonuçta, zaman içinde okçuluk malzemeleri gelişerek, Asya tipi yay ulaşabileceği en üst seviyeye Osmanlıların elinde gelmiştir.  

 

Müzelerin okçuluk malzemeleri koleksiyonları içinde belki de en zengin olanı Topkapı Sarayı Müzesi koleksiyonudur. Dr. Ünsal Yücel’in bu koleksiyonu inceleyerek ve okçuluk ile ilgili mevcut Eskitürkçe metinleri okuyarak yazdığı Türk Okçuluğu isimli eseri, Türk okçuluğunu birçok yönden değerlendirir ve alanında bir başyapıttır. Bu makalenin yazarı da 2005 yılında, Kültür Bakanlığından alınan resmi izinle yapılan 5 günlük bir araştırmada, istisnai bir bilimsel yaklaşıma sahip bir araştırmacı ve ünlü bir yaycı olan Adam Karpowicz ile Topkapı Sarayı Müzesi depolarını ziyaret etmiştir.  

 

İstanbul Askeri Müzesi’nde de Topkapı Sarayı Müzesi’ndekinden daha küçük olmakla beraber, yay ve ok yapımında kullanılan araç ve gerecin de sergilendiği ilgi çekici bir okçuluk koleksiyonu vardır. Yazar, Genel Kurmay Başkanlığı’nın izni ve müze komutanlarının nazik işbirliği ile İstanbul Harbiye’deki Askeri Müze’de bir çalışma yapma şansına sahip olmuştur.

 

Cumhuriyet döneminde okçuluk konusunu incelemiş araştırmacı sayısı çok fazla değildir. Bunun bir sebebi, Tekye-i Rumat’ın (Atıcılar Tekkesi) 1925’te kapatılması ile bilfiil ok atan kişilerin sayısının azalmış olması olabilir. Tarihini ok ve yayla yazmış bir ulusun, okçuluk geleneği üzücü biçimde kesintiye uğramıştır. 1930’lu yıllarda yapılan birkaç ciddi çalışma ve yayını takip eden tek derli toplu eser, Dr. Yücel’in kitabı olmuştur.

 

Son yıllarda, Türk geleneksel okçuluğu tekrar ayağa kalkmaktadır. Yeni yayınlarla birlikte meraklıların sayısı da artmakta, eski atış tekniğini öğrenmek isteyen meraklıların bir araya geldikleri görülmektedir. Yazılı kaynaklar sayesinde, eski eğitim ve idman yöntemleri bilinir durumdadır. Bu sebeple, eski sistemi kurmak sadece zaman meselesidir. Geleneksel yay yapımcılığının da kaybolmuş olması benzer sebeplerdendir. Günümüzde sadece iki yaycı vardır, ancak sayıları kesinlikle artacaktır. Bu gün için okçuluk eğitimi Macaristan’da üretilen, sentetik malzemeden mamul, iyi kalitede Osmanlı yayı replikaları ile verilmektedir.

 

Türk okçuluğu, Asya okçuluğu geleneğinin geldiği son noktadır. Malzeme ve teknik bakımından, diğer okullarından çok farklı değildir ancak daha ileri seviyededir.

 

Malzeme

 

Yay

 

Türk bileşik yayı tüm Asya bileşik yayları arasında en kısa olanıdır. Sadece Kore yayları boyları ve biçimleri ile Osmanlı yaylarına benzerler. Her ne kadar “kulaklar” zaman içinde ortadan kalkmışsa da,  kollarının kesitlerinin tüm kol boyunca değişmesi ve uçlarının bükümlerini korumasıyla, Osmanlı yayı diğer Asya yaylarının sahip olduğu mekanik avantajları haizdir. Ayrıca yasılmış (boşaltılmış) halde güçlü bir dışabüküm (refleks) profile sahiptir ve bu özellik onu bazı Asyalı kuzenlerinden ayırır. Yayın sırtına döşenen sinirin büzülmesi ve bu büzülme sırasında yaycının yayın başlarını kabzaya bağlayarak yayı bir halka gibi kapaması ile bu dışabüküm meydana gelir. Bu dışabüküm (refleks), uçbükümlü uçlarla (recurve) birleşerek yayın erken çekiş kuvvetini kaydadeğer biçimde arttırır.

 

Türk yayı o kadar küçüktür ki, bu kadar yüksek çekiş kuvetlerinde yapıldıklarına inanmak güçtür. Adam Karpowicz’in yakın zamanda yaptığı bir çalışmada, orijinal Osmanlı yaylarının çekiş kuvvetlerinin ortalama 120 lbs olduğu bildirilmektedir. Kısa ve hafif kolları ile Türk yayları, aynı çekiş kuvvetlerindeki tek kavisli basit ahşap yaylardan daha etkindir. Yüksek kalitede basit ahşap yayların ağır okları uzak mesafelere fırlatabildikleri ve yayın veriminin (efficiency), artan ok ağırlığı ile birlikte arttığı bilinmektedir. Türk yaylarının verimi ise hafif oklarla artar. Ancak Türk yayları hem hafif hem de ağır okları, enerjisinin büyük kısmını oka aktararak, büyük bir hızla fırlatır. Bu özellikleri sebebi ile, yayda yapılacak küçük bir düzenleme ile düşman zırhlarını delebilecek ağır oklar da, 800 metreyi aşan mesafelere ulaşacak hafif oklar da Türk yaylarından fırlatılabilir. Bahsedilen nisbeten “ağır” okların da İngiliz savaş oklarından hafif olduğu, yapılan çalışmalarla gösterilmiştir 8yay çekiş kuvvetlerinin benzer olduğuna dikkat edin). Türk yayları, yakın mesafelerde çok hızlı oklar fırlatarak en iyi metal zırhları delerler. Bir fizik kuralı olarak hafif oklar daha hızlı uçarlar. Daha fazla kinetik enerjiye sahiptirler ancak uzak mesafelerde ağır oklara göre hızlarını daha çabuk kaybederler. Aslında bu tam da Asya tarzı savaş için uygun olan özelliktir: Yay, atlı okçunun saldırı silahıdır. Savaşçının vur-kaç taktiğini destekleyen, at üzerinden düşmana her yönden ok atabilen okçunun yeteneğidir. Basit ahşap yayların en iyilerine örnek gösterilebilecek İngiliz uzun yayı ise bir savunma silahıdır. Amaç, düşman ordusu yaklaşırken, mümkün olduğunca çok sayıda düşmanı vurmaktır.

 

Türk yayları küçük enerji paketleridir ve yapımları en yüksek kalitede malzeme ve çok iyi işçilik gerektirir. Yayın ağaç iskeleti Akçaağaç türlerinden (Aceracea), sinir öküzlerin bacak tendonundan, boynuz ise mandadan elde edilir.

 

Yay yapımı süreci şu şekilde özetlenebilir:

 

1-     Yayın ağaç çekirdeğini oluşturacak 3 veya 5 parça akçaağaç şekillendirilir.

2-     Yay kollarının uçları bükülerek uçbükümler meydana getirilir: Eski kemangerler bu amaçla ağacı kaynatırlardı.

3-     Akçaağaç parçalarını yapıştırarak ahşap çekirdeği oluşturmak: Çoğunlukla iki kol, kabzaya yapıştırılır.

4-     Boynuz laminalarını, yayın karnına yapıştırmak: Boynuz ve ahşap yüzeyine, yapışma yüzeyini arttırmak amacıyla, birbirine paralel, dikey oluklar açılır. Bu işlem için kullanılan alete de “taşin” adı verilir.

5-     Yayın sırtını sinir ile kaplamak: Her sinir katını yapıştırdıktan sonra kuruması için beklemek gerekir. Sinirin büzülmesi ile yay tam bir çember oluşturacak kadar bükülür. Kemanger de yay uçlarını kabzaya bağlayarak bu süreci hızlandırır. Yay, halka halinde bir yıl bekletilir.

6-     Yaya kirişinin takılması, ısıtılarak ahşap kalıplara (tepelik) bağlanması ve asa gezinde alıştırılması ile dikkatli ve yavaş bir şekilde yapılır.

7-     Yayın bitirilmesi: Yayın sırtı genellikle huş ağacı kabuğu, deri, nadiren ise sadece vernik ile kaplanır. Yaylar bazen altın yaldızla veya lirik metinlerle süslenir. Hattatların nakşettiği sûreler veya okçuluğa dair deyişlerle yapılan süslemeler de vardır. Hemen tüm kemangerler yaylarını imzalarlar.

 

Türk yaylarının boyu 90-134 cm.dir. Kurulmamış haldeki profili yayın savaş, hedef veya menzil yayı olmasına göre değişir. Yayın tipi de yüzey bitiminin nasıl olacağını belirler. Menzil yayları “toz” denilen huş ağacı kabuğu ile kaplanırdı. Bu şekilde yay atıştan önce ısıtılarak “hazırlanırdı”. “Timar vermek” denilen bu işlemde yay özel sandıkları içinde, bir fırının üst katlarındaki odalarda dört gün kadar bekletilirdi. Yay bu şekilde nemini yavaşça kaybederek sertleşir ve yay kollarının da ağırlığı azalır. Kolların hafiflemesi, daha yüksek verim demektir. Çekiş gücünün artması ile yayın performansı çarpıcı biçimde artar. Savaş yayları ise, uygun olmayan hava koşullarından korumak için, at sağrısından elde edilen ince, esnek ve dayanıklı deri ile kaplanırdı. Yayın deri kaplaması ayrıca “sandalos revgânı” denilen özel bir yağ karışımı ile izole edilerek korunurdu.

 

Kiriş için eski Türkler çeşitli malzemeler kullanırlardı ancak Osmanlılar ham ipeği tercih etmişlerdir. Kiriş, “tonç” denilen özel düğümlerle yayın “tonç kertiğine” bağlanır.

 

Ok

 

Türkler özel profilleri veya “endâmları” olan, yuvarlak kesitli, ahşap oklar kullanmışlardır. Farklı amaçlar için farklı endâmda oklar vardır: Savaş okları “tarz-ı has” endâmda iken, menzil okları “şem endâm”, hedef okları ise “kiriş endâm” biçimindedir. Tarz-ı has endamda menzil okları da bulunmaktadır.

 

Metal ok uçlarının tümüne “temren” denir ve bu uçlar ok gövdesinin içine sokularak yapıştırılır. Ok gövdesinin temrenle birleştiği kısmı sinir sargılar veya kemik bileziklerle güçlendirilir. Savaş için kullanılan temrenler geniş bıçaklı olurlar ve “yaprak temren” olarak isimlendirilirler. Temrenlerin daha kısa ve kalın olanları da bulunur ve bunlar zırh delmek için kullanılır. Hedef (puta) oklarının uçları da metalden yapılır, ancak bunlar zeytin (veya mermi) biçimindedirler. Zeytine benzemelerine istinanden bu uçlara “zeytûnî temren” adı verilir.

 

Menzil oklarında ise farklı endâmlar, farklı yelekler ve farklı ok uçları kullanılmıştır. Menzil oklarının çoğunun ucuna “soya” denilen fildişi veya kemik uçlar yapıştırılır. Bu işler için ok gövdesinin ucu sivriltilir ve soya uca geçirilerek yapıştırılır.

 

Türkler üç çeşit arkalık veya “gez” kullanırlar: “Adi gez” denilen ve ok gövdesinin arkasına doğrudan bir kertik açılmasıyla hazırlanan gezlere, sadece düşük kaliteli savaş oklarında rastlanır. Kaliteli hedef ve menzil oklarında ise “başpâre” ve “bakkam” gezler bulunur. Başpâre, günümüzün plastik gezlerine benzer, kemik veya boynuzdan yapılır. Bakkam ise özel bir gez türüdür: Sert bir ağaçtan iki parça biçiminde hazırlanan bakkam gez, okun arka kısmı iki taraftan aşındırılarak, iki dudak halinde yapıştırılır. Çevresine sıcak balık tutkalına batırılmış sinir sargı sarılır. Bu şekilde kirişin atış sırasında oluşturduğu darbe gez tarafından değil, ok gövdesi tarafından karşılanır.

 

Osmanlı oklarında, Orta Doğu ekollerinde olduğu gibi alçak profilli, uzun tüyler tercih edilir. Bir istisnası, bir menzil oku olan “pişrev” okudur. Pişrev okunda daha yüksek profilli, kısa yelekler kullanılır.

 

Türk okları kısa oklardır, dolayısıyla daha kısa çekişe ihtiyaçları vardır. Menzil okları özellikle kısadır. Bu sebeple genellikle “siper” adı verilen ve okçunun bileğine ve başparmağına bağlanarak kullanılan ve çekiş mesafesini arttıran (over-draw) yardımcı bir alet ile atılırlardı.

 

TEKNİK

 

Çekiş

 

Türk okçuluğu Asya okçuluk ekolünün bir uzantısıdır. Atış tekniği de bu sebeple, okçu yüzüğü kullanan diğer stillerden çok farklı değildir. En belirgin fark, daha kısa bir çekiş ile ok atılmasıdır. Kore ve Moğol okulları, daha uzun bir çekiş kullanırlarken; eski çizimlerden, nadir bulunan fotoğraflardan ve müze koleksiyonlarındaki oklardan anlaşıldığına göre, Osmanlı kemankeşleri 28-29 inch’lik bir çekiş yaparlar. Bu bilgi, son birkaç yüzyılda yayların giderek kısaldığı gerçeği ile örtüşmektedir. Bazı Eskitürkçe metinlerde ve Busbecq’in “Türk Mektupları”nda Türklerin daha uzun çekiş yaptıkları bildirilmektedir. İslam öncesi ve erken İslam dönemlerinde Türklerin yayı kulaklarına kadar çekiyor oldukları düşünülebilir.

 

Başparmak Çekişi

 

Türkler, Orta Asya kökenli birçok ulus gibi başparmak çekişini kullanmışlardır. Bu teknikte, başparmağı korumak ve çekişe yardımcı olmak için genellikle bir yüzük kullanılır. Başparmak çekişi  Edward Morse tarafından “Moğol bırakışı” olarak isimlendirilmişir. Bazı müellifler bu isimlendirmenin, 20. yüzyıl başında Avrupa’da yaygınlaşan ırkçı ve ayrımcı fikirlerin bir yansıması olduğunu düşünmektedirler. Bu çekiş tekniği Moğolların yanısıra, bazı Afrika ulusları ve Kuzey Amerika yerlileri de dahil olmak üzere bir çok başka ulus ve kabile tarafından kullanılmıştır. Nitekim çağdaş yazarlar tekniğe “başparmak çekişi” gibi daha uygun isimler vermektedirler.

 

Kirişi başparmak ile çekmek ve bırakmak, oka daha fazla hız ve uçuş istikrarı sağlayan bir “iç balistik” etki yaratır. “Okçu paradoksu” ters yöne doğru oluşur, bu nedenle de ok “ters taraftan”  atılır. Ok, yayı tutan elin başparmağının üzerinde durur. Bu durum, üç parmakla atış yapan okçulara tuhaf gelebilir, ancak detaylı biçimde incelendiğinde, başparmak çekişinin bazı avantajları olduğu görülür.

 

Kiriş serbest bırakıldığında, okçu yüzüğünün dar kenarı üzerinde yuvarlanır ve ok gövdesi, üç parmakla bırakıldığındaki kadar bükülmez. Bırakış daha keskin ve temizdir. Bu durum doğru esneme değerine (spine size) sahip ok seçimi ihtiyacını ortadan kaldırmaz, ama başparmakla atış yapanlar ok esneme değerini üç parmak atıcıları kadar dert etmezler. Eğer başparmak bırakışı mükemmelleştirilirse, yay daha az seçici hale gelir. Kirişin bırakılması sırasında ok gövdesi daha az büküldüğünden, oka aktarılan enerji okta deformasyon yaparak harcanmaz, okun ileri hareketi için kullanılır. Bu da okun yaydan çıkış hızını arttracaktır.

 

Başparmak çekişi, üst üste atışlarda da avantaj sağlar. Örneğin sağ eliyle atış yapan bir okçu, okları yayın sağ tarafından gezler. Eğitimli bir okçu, ikinci ve üçüncü okları sağ elinde tutarak yayını çok hızlı besleyebilir.

 

Kirişi tutan elin yaptığı “mandal” hareketi, kirişi sağlam bir şekilde tutmayı sağlamakla kalmaz. İşaret parmak oku hafifçe yaya doğru ittiğinden, değişik pozisyonlarda ve hatta yerde yatarak atış yapmak kolaylaşır. Özellikle at üzerinde dörtnala giderken, ok yaydan düşmeden rahatça ok atılmasını sağlar.

 

Türk Okçuluğunda Kullanılan Yardımcı Araçlar

 

Okçu Yüzüğü ( zihgîr veya şast)

 

Her ne kadar orduda deri yüzüklerin yaygın biçimde kullanıldığı bilinse de günümüze ulaşabilmiş bir örneği yoktur. Yine de birçok müzede ve özel koleksiyonda bulunan çok sayıdaki okçu yüzüğünden anlaşılacağı gibi, yüzükler sıklıkla yarı değerli taşlardan, kemikten, fildişinden, boynuzdan ve çeşitli metallerden imal edilirdi. Osmanlı okçuları daha çok fildişini tercih ederlerdi, zira fildişi uzun ömürlü ve iyi cilalanabilir bir malzemeydi. Yüzükler, nadiren de olsa değerli taşlarla süslenirdi. Okçulukla uğraşan bazı kişiler en iyi başparmak atışının, okçu yüzüğü olmadan yapılan atış olduğuna inanırlar. Ancak ağır Osmanlı yaylarını okçu yüzüğü olmadan çekebilmek mümkün değildir.

 

Siper

 

Siper, okçunun kendi çekişinden daha kısa oklar atabilmesini mümkün kılan bir araçtır. Okçunun kabza elinin bileğine ve başparmağına tutturulan bu alet ile daha kısa oklar, daha uzun çekişler ile atılabilir. Hedef atışlarında kullanılmış olsa bile, siper esas olarak menzil atışlarında kullanım alanı bulmuştur. Siper ile atılan kısa bir ok daha hafiftir, daha yüksek esneme değerlerine sahiptir, bunlara bağlı olarak daha yüksek hızlara ulaşır. Sonuç olarak, daha uzağa uçar. Dr. Yücel’ göre, Türk okçuluğunda 17. yüzyılda kullanıma giren siper Türk okçuluğunda dejenerasyonun ifadesidir. 800 metrenin üzerindeki tarihî rekorlar, siperin kullanılmaya başlamasından 100 yıl önce kırılmıştır.

 

Türk okçuluğu, kurumlaşmış yapısı ve Asya ekolünün en gelişmiş yayını geliştirmiş olması ile emsalsizdir. Türkiye’de uzun yıllardır kesintiye uğramış olan okçuluk geleneği, tekrar nefes almaya başlamıştır. Son söz olarak, yurtiçinde ve yurtdışında çok daha fazla insanın Türk geleneksel okçuluğunun ardında yatan kültürel ve teknik değerlerin farkına varmasını diliyorum.