Tarihte Ok Yaralanmaları




Tirendâz okçularından Hasan Başmısırlı 1979 yılında İstanbul’da doğdu. İlk öğrenimini Bakırköy Kültür Koleji’nde, Orta ve Lise öğrenimini Saint Michel Fransız Lisesi’nde tamamladı. 1999 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne giderek. 2003 yılında George Washington Universitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nden mezun olarak lisans öğrenimini tamamladı. İleri seviyede Fransızca ve İngilizce bilen Başmısırlı, Ortadoğu ve İslam ülkeleri siyaseti üzerine uzmandır. İstanbul’da yaşamaktadır, evli ve iki çocuk babasıdır.

TARİHTE OK YARALANMALARI

Yazan: Hasan Başmısırlı

Tarihte savaş yaralanmalarının tedavilerini incelerken öncelikle okun ne tür yaralanmalara sebep olduğunu anlamak gerekmektedir. Maalesef klasik çağ ve erken dönem Ortaçağ savaşlarında savaş yaralanmaları ve tedavileri konusunda yok denecek kadar az kaynak günümüze kadar ulaşabilmiştir. Bugün deneysel tarih çalışmaları, tıbbî antropoloji ve bilimsel bir yaklaşımla yürütülen “re-enactment’’ çalışmaları sayesinde birçok silahın insan vücudunda gibi hasarlar bırakabileceği konusunda fikir sahibiyiz.

Çalışmalar gösteriyor ki Ortaçağda savaşçılar kılıcın yanı sıra mızrak, balta ve gürz gibi yüksek darbe gücüne sahip silahları da sıklıkla tercih ediyorlardı. Özellikle ok ve yay, antik çağdan ateşli silahların kullanılmaya bağlandığı ortaçağ sonlarına kadar, savaş meydanlarındaki en ölümcül silahlardan biriydi. Yapılan arkeolojik çalışmalara göre hem Antikçağ hem Klasik çağ ve hem de Ortaçağ savaş meydanlarında yaralanmaların en ölümcül olanları ok yaralanmalarıydı.

Günümüzde elimize ulaşmış en eski ok yaralanması vakası erken bronz çağında yaşamış (yaklaşık MÖ 3000) “Buz adam Ötzi”ye aittir. Ötzi 1991 yılında Ötztal Alpleri’nde (Avusturya İtalya sınırı) Nuremberg’li iki Alman turist tarafından bulunmuştur. 2001 yılında yapılan bilgisayarlı tomografi taraması sonucunda sol omzuna aldığı bir ok yarası sebebiyle öldüğü anlaşılmıştır. Ötzi, arkeolojik açıdan çok önemli bir keşiftir. Özellikle, ölümü ok yaralanmasıyla gerçekleşmiş, elimizdeki en eski mumyadır. Buluntulara göre Ötzi öldüğünde yanında tirkeşi, 14 adet oku (bunların sadece ikisi uçlu ve yeleklidir diğerlerinin yapım aşamasında olduğu zannedilmektedir) ve ayrıca bir adet 1,82 m boyunda uzun yayı mevcuttur. Yapılan tıbbî araştırmalar Ötzi’nin ok yarasının sebep olduğu enfeksiyondan değil, okun isabet ettiği yerdeki önemli damarların kesilmesiyle kan kaybından öldüğünü tespit etmiştir.

 

Buzul mumyası “Ötzi” ve sırtından girip ölümüne sebep olan okun vücutta takip ettiği kanal.

Görülüyor ki insanoğlu ok yaralarının tedavisi konusunda tarih öncesi çağlarda oldukça çaresizdir. Ötzi gibi dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan birçok mumya örneğinde, en yaygın ölüm sebebi tedavi edilemeyen savaş yaralarıdır. Bu yaralar arasında en sıklıkla rastlanan ve en ölümcül olanları ise okla oluşan yaralanmalardır. Askerî tıp alanında yapılan araştırma ve çalışmalar göstermiştir ki, Bronz Çağı’nın aksine Antikçağ’da cerrahlar ok yaralarının tedavisinde ve okların vücuttan çıkarılması konusunda oldukça ileri bir metodolojiye ve bilgiye sahip olduğunu göstermektedir. Günümüze ulaşmış bazı Hindu Veda’larında çok çeşitli ok çıkarma metotları gösterilmektedir. Homeros’un İlyada’sında “iatros” yani “ok çıkaran” anlamına gelen ve “hekim” anlamında da kullanılan terim karşımıza çıkmaktadır. İstanköylü ünlü tıp adamı Hipokrat ve sonraki yüzyıllarda Galen gibi bazı hekimler okların vücuttan çıkarılmasına ve ok yaralanmalarında cerrahî müdahaleye skeptisizm ile yaklaşmış olsalar bile, onları takiben Cornelius Celsus gibi hekimler ilk sistematik ok çıkarma metotlarını geliştirmiş ve denemişlerdir. Günümüzde “Diocles’in Kaşığı” adıyla bilinen ve oku vücuttan çıkarmaya yarayan tıbbî alet, Cornelius Celsus tarafından tavsiye edilmiş ve kullanımı onun döneminden sonra yaygınlaşmıştır. Tarihte Diocles Kaşığı’nı icat edenin kim olduğu bilinmese de bir çok antik tasvirde Roma ve Grek tanrıları tarafından kullanıldığı görülmektedir. *

Celsus’u takiben Aegina‘lı Paulus vücutta gövdesinden ayrılmış ok uçlarını çıkarmak için forseps benzeri cerrahî bir alet geliştirmiş, “rapid extraction”’ (hızlı çıkarma) ve “agressive therapy” diye bilinen nispeten sert metotların yanı sıra, çıkarma işleminden önce damarlara ligatür uygulamasını öğrencilerine tavsiye etmiştir. Bu klinik yaklaşımı o dönemde uygulamış ve uygulatmıştır. Paulus’un kaleme aldığı tıbbî eserler, Batı’da ve İslâm aleminde birçok tıp adamı tarafından referans olarak kullanılmıştır.

Iapyx Daedalus’un mitolojik oğlu, Aeneas’ın Truva Savaşında bacağına saplanmış ok ucunu forceps kullanarak çıkartırken. Aenas genç oğlu Iulus Ascanius ile beraber Iulus. Tanrısal olmasına rağmen Iapyx başarılı olamıyor. Annesi Afrodit yaranın iyileşmesi için elindeki bitkiyi oğluna getiriyor. Bitki Girit adasından veya Anadoluda yetişen sarı kontaron olması muhtemel.

Ortaçağ, insanlık tarihinin en kanlı savaşlarına sahne olmuştur. Bu savaşların sonucunda ortaya çıkan ve o dönem savaşçılarını en çok meşgul sorunlardan biri de savaş yaraları ve tedavileridir. Bu tip yaralar, o dönemde mevcut olmayan âil tıbbî müdahaleler gerektirmektedir. Ortaçağ’da cerrahlık acımasızca ve bilgisizce yapılan bir meslektir. İnsan anatomisinin yeteri kadar bilinmemesi, sterilizasyondan haberdâr olunmaması, anestezi imkânlarının bulunmaması ve elbette antiseptiklerin ve antibiyotiklerin yokluğu en büyük problemleri teşkil etmektedir. Ortaçağda basit bir yara bile enfeksiyon riskinden dolayı ölümcül olabiliyordu. Klasik Çağ’ın tersine, Ortaçağ tüm dünya için sürekli bir savaş halinin olduğu bir çağdır. Fakat Antikçağ’ın aksine bu çağ cerrahî bilgisi açısından Avrupa’da bir gerileme dönemidir. Ok yaralanmalarının tedavilerinde kullanılan cerrahî standartlar, bu dönemde gerilemiş ve kaybolmuştur. Bilgiye ve gözleme dayalı Klasik Çağ metotları yerine kızgın yağla veya kızgın demirle yarayı dağlama, aşırı kanatma gibi bazı uygunsuz metotlar kullanılmaya başlanmıştır.

Avrupa bu karanlık çağın içine gömülüyken, İslâm bilginleri Antikçağ’ın metotlarını takip etmiş ve daha ileri cerrahî teknikler geliştirmişlerdir. Dinî nosyona sahip Müslüman hekimler gibi, Ortaçağ Avrupa’sının cerrahlarının birçoğu manastırlarda Klasik Çağ kitaplarına âşina olan papazlardır. Bu papazlar eski Roma, Yunan ve İslâm kaynaklarından yararlanmakta ve bu kaynaklar ışığında tıbbî müdahaleler gerçekleştirebilmektedir. Sorun, bunların meslekî pratiğinin önünü kesen teolojik-içtihâtî engellerdi. Hristiyan âleminin büyük bir bölümü hastalığın Tanrı tarafından gönderildiğine inanıyor ve tedaviyi de yine Tanrı’nın vereceğine inanıyorlardı. Fakat bu görüşün aksine davranan Benediktinler gibi bazı monastik tarikatlar tıpla yakından ilgilenmiş, birçok Klasik Çağ tedavisini uygulamışlardır.

1215 yılında Papa VIII. Boniface’in zaten Katolik inancına ters olan insan kadavraları üzerinde çalışma fikrine karşı çıkması sonucunda, diseksiyonu ve papazların ameliyat yapmalarına resmî yasak kondu. Bu yasak Avrupa’da yaşayan halkı zor duruma düşürmüş ve zaten gerilemekte olan tıp bilimine ağır bir darbe vurmuştur.

Ortaçağ’a ait, trefinasyon gösteren gravür.

Halkın ihtiyaçlarının karşılanması zorunluluğu, bu konuda az da olsa eğitilen çiftçilerin bu görevi üstlenmesine yol açmıştır. Fakir Avrupa köylüsü, hayvanlar üzerinde deneme-yanılmayla kazandıkları veterinerlik becerisi sayesinde basit cerrahî müdahaleler yapabiliyorlardı. Ama insanlar üzerindeki uygulamalar ağrıyan bir dişi çekmekten öteye gidemiyordu. Fakat buna rağmen bazı istisnâî durumlar mevcuttu. Arkeologlar, 12. yüzyılın başlarına tarihlenen bir kazı alanında kafasına darbe almış bir çiftçinin iskeletine rastlamışlar, kafatasını incelediklerinde çiftçinin hayatını kurtaran bir cerrahî müdahalenin izlerini bulmuşlardır. Beyinde kanamaya sebep olan kafa travmalarının tedavisinde, kafatası içinde biriken ödem ve kanın tahliye edilmesi için kafatasının delinmesine “trefinasyon” denir. Bulunan bu örnekte başarılı bir trefinasyon girişiminin yanında, kafatasının kırılan bazı parçalarının beyne zarar vermemesi için çıkarıldığı görülmüştür.

Avrupa’da tarihe geçmiş en ünlü ok yaralanmalarından biri 15. yüzyıl başlarında İngiltere Kralı V. Henry’nin yüzüne aldığı ok yarasıdır. 1403 yılında bir ayaklanma sırasında burnun sol tarafına ok saplanan V. Henry çok zor şartlarda ameliyat edilmiş ve kurtarılmıştır. Tarihî kaynaklara göre önce okun gövdesi çıkarılmış fakat okun ucu 6 inç (15 cm) kadar kafatasının içinde saplı kalmıştır. Kral Henry’nin bu yaradan tümüyle kurtulmuş olduğunu, 1415 yılında Agincourt savaşına katılmış olmasından anlıyoruz.

Kaynaklara göre V. Henry, John Bradmore adında bir hekim tarafından cerrahî müdahaleyle kurtarılmıştır. Bu müdahalede Bradmore, Diocles Kaşığı’na benzer bir aletle ok ucunu çıkarmış, yarayı beyaz şarap ve gül yağıyla dezenfekte etmiş, cerrahî girişim sonrasındaki yara bakımını ekmek, arpa, bal ve terebentin yağıyla pansuman yaparak sağlamıştır. İki hafta sonra, yaralı dokuların eski halini alması için “dark ointment” yani “kara merhem” denilen bir merhemle tedaviye devam etmiştir.


Shrewsbury Müzesi’nde, V. Henry’nin yüzüne aldığı ok yarasının gösterildiği vitrin

17. yüzyılın başlarında Amerikan püritenlerin kolonileşme döneminde Amerika yerlileriyle savaştıkları dönem, ok yaralanmaları ve tedavileri açısından oldukça önemli bir dönemdir. Amerikan yerlileri ok ve yayı 18. yüzyılın sonuna kadar yoğun olarak kullanmış ve kolonistlere büyük kayıplar verdirmiştir. Amerikan iç savaşı sırasında da kolonistler bu tip yaralanmalar konusunda çok sorun yaşamışlar ve ellerindeki kısıtlı tıbbî bilgilerle bu sıra dışı dışı yaralanmaları tedavi etmeye çalışmışlardır.

Bu dönemde Joseph Bill adlı hekim bu konuda öne çıkmaktadır. Bill’in ”Ok Yaralanmaları Üzerine Notlar”’ adlı eseri bu konuda yazılmış en kapsamlı eserlerden biridir. Bill ok yaralanmalarında okun hızlı bir şekilde çıkarılması ve tedavisi konusunda bazı metotlar geliştirmiş ve Aegina’lı Paulus ‘un ‘’agressive therapy’’ metodunu benimsemiştir. Ok gövdesine traksiyon (çekme) uygulanmaması konusunda önemli fikirlere sahip olan Joseph Bill, o dönemde konunun en yetkin uzmanıdır. Kızılderili ok uçlarının ok gövdesine sinir sargıyla bağlanmış olması ve okun insan bedenine penetrasyonunu takiben sinirin ısı ve beden sıvılarına mâruz kalarak çözülmesi, yaralanmanın ciddiyetini arttırıyordu. Ok ucunun vücudun içinde kalması, yaralanmayı takip eden günler içinde ciddi enfeksiyon riski oluşturması sebebiyle, yarayı son derece ölümcül yapıyordu.

İşgalci Amerikalı kolonistlere karşı koyan Amerikan yerlileri, 19. yüzyıl savaş cerrahîsi literatürünü zenginleştiren ok yaralanmalarına sebep oldular.

Ateşli silahlarında yoğun olarak kullanıldığı Amerikan İç Savaşı’nda da savaş cerrahlığı yapan Bill’e göre, ok yaralanmaları bütün hafif silah yaralanmaları içinde en ölümcül olanlarıydı. Bill’in saha çalışmaları, önce Amerikalı kolonistlere ve daha sonraki dönemde Kuzeyli ve Güneyli askerlere kaliteli cerrahî hizmet sunmasına yardım etmiştir. Amerikan yerlilerinin silah olarak gittikçe daha çok tüfeği tercih etmeleri neticesinde, okla yaralanmalar giderek azalmıştır.

Avrupa’ya baktığımızda 16. yüzyılda özellikle cerrahî alanda çığır açan bir diğer cerrah Ambroise Paré’dir. Avrupa’da Rönesans’ın getirdiği bilimsel ve sanatsal özgürlüğün bir neticeleri tıptaki yeniliklerde de görülmüştür. Paré’nin tıp bilimine katılarıyla savaş yaralanmaları ve tedavileri açısından yepyeni bir dönem başlamıştır..Ambroise Paré Fransa’da yaşamış, Adlî Tıp ,ve Savaş Patolojisi’nin babası olarak anılabilecek, konusunda uzman bir cerrahtır. Kendisi Avrupa’da ligatür uygulamasını ilk uygulayan hekimdir. Paré, terebentin içeren merhemin antiseptik özelliğini keşfetmiş ve yara dağlama tekniğini terk etmiştir. Savaş yaralanmaları üzerine yazdığı en ünlü eseriArkebüs ve silah tarafından gerçekleşmiş yaraların tedavi metotları” 1545’de kaleme alınmıştır.

Almanya Münster Üniversitesi doktorlarından Bend Karger’e göre, Celsus, Paulus, Ambroise Paré ve Joseph Bill, tarafından temelleri atılan prensipler bugün azda olsa okla yaralanmaların tedavisinde kullanılan modern cerrahi tekniklerin temelini oluşturmaktadır. Görülüyor ki, modern antiseptik ilaçların daha icat edilmediği dönemlerde cerrahi müdahale sonrasında kullanılan iyileştirici ilaçlar daha çok bitkisel veya organik karışımlardan oluşmaktaydı. Antikçağ’da opium, yani haşhaş tarzı uyuşturucular sıklıkla kullanılan ağrı kesicilerdi. Avrupa’da kullanılan en yaygın anestetik, Kral V. Henry’nin yaralanması sırasında Bradmore ‘un kullandığı karışımdı: domates suyu, yaban domuzu safrası, afyon, banotu, baldıran otu ve sirke! Çoğu zaman şarapla karıştırılan bu iksir, hastanın müdahale sırasında acı hissetmemesi ve uyuması için kullanılıyordu.

Bu merhem dışında tarih boyunca Avrupa genelinde ve Osmanlı toplumunda, iyileştirici gücüne olan inançla  en çok kullanılan ilaç “kantaron yağı”dır. Avrupa’da “St. John’s wort” yani “Aziz John’un kanı” olarak anılan bu karışım, kılıç ve ok yaralanmaları için en sık kullanılan ilaçtır. Sarı kantaron çiçeğinin saf zeytinyağına konup uzun süre güneş ışınları altında bekletilmesiyle elde edilen bu karışım uzun yıllar boyunca, çok geniş bir coğrafyada yara bakımında kullanılmaktadır. Büyük İskender’in seferleri sırasında ve Haçlı Seferleri döneminde savaş yaralanmalarında kullanıldığı tarihsel kayıtlarda mevcuttur.

Telhis-i Resâilat-ı Rumât adlı eserinde, Mustafa Kâni kantaron yağı ve yapımı konusuna özel bir bölüm ayırmış, bu bitkiden elde edilen sıvının okla yaralanmalarda kullanıldığını özellikle belirtmiştir. Bu bitkiden Telhis’te özellikle bir bölüm ayrılarak bahsedilmesi önemlidir. Kâni Efendi’nin kitabında başka bazı merhem târiflerine de yer verilmektedir. Yara içinde kalan kıymık veya benzeri küçük bir parçanın yahut ok temreninin çıkarılmasında, “müdahrec otu”, daha bilinen adıyla “lohusa otu”, kamış kökü, ve petekli baldan” yapılan bir merhemden bahsetmektedir. Târife göre bu merhem doğrudan yara ağzına uygulanmaktadır.

Kantaron çiçeğinden elde edilen kantaron yağı, ok yaralarının tedavisinde de uzun yıllar önemli bir ilaç oldu.

Kantaron’un dünyada yaygın olarak yetişmektedir. Güneydoğu Avrupa ve Anadolu topraklarında da bol miktarda bulunmaktadır. Bu sebeple İskender’in ordusunda, sonraki yüzyılların Yunan ve Bizans orduları tarafından kullanılıyor olması muhtemeldir. Osmanlı’nın da bu ilacı bu toplumlardan aldığını tahmin etmekteyiz. Haçlı Seferleri sırasında Hristyan dünya tarafından  öğrenilen bu bitki, ok ve kılıç yaralanmalarında o dönemin tek ilaç tedavisi gibidir.

Sonuç olarak tarih boyunca ok yaralarında çeşitli cerrahî müdahaleler yapılmış, cerrahî girişimi takiben yara bakımının nasıl yapılacağı konusu da tarih boyunca hekimler kafa patlatmışlardır. Ok yaraları tarihteki en ölümcül savaş yaralarıdır ve binlerce yıl hekimleri tedavi yöntemleri konusunda meşgul etmiştir. Günümüzde kullanılan teknikler geçmişte kullanılan tekniklerden çok farklı değildir. Sadece tıptaki teknoloji gelişmiş ve ilaç sanayiinin getirdiği yeniliklerle enfeksiyon risklerinin tümüyle önüne geçilmiştir.