Bir Deniz Silahı Olarak Ok ve Yay




Bir Deniz Silahı Olarak Ok ve Yay

Yazan: Emir Yener

Günümüzde savaş gemileri ve deniz silahları dendiği zaman akla ilk büyük kalibreli toplar, güdümlü füzeler ve torpiller gelir. Bu sayılan silahların hepsinin ortak özelliği menzilli oluşları ve tabii patlayıcı madde teknolojisine dayanmalarıdır. Barut’un icadından önce meydana gelen deniz savaşları hususunda kafalara yerleşen genel şablon ise gemilerin oluşturduğu yüzen bir savaş alanı üstünde meydana gelen göğüs göğüse bir kara savaşı taklididir. Tabii ki bu imaj genel hatlarıyla gerçeğe dayanmaktadır, ancak her şablon gibi gerçeğin sadece bir kısmını genelleştirir. Barut öncesi deniz savaşlarında çarpışmaların doruk noktasına gayet tabii ki gemilerin rampa etmesi ve akabinde savaşçı mürettebatların düşman gemisini ele geçirmek için yakın dövüşe girmesiyle ulaşılıyordu. Lakin gözden hep kaçan nokta, uzun saatler süren deniz savaşlarının belki ancak iki-üç saatini rampa ve yakın dövüş evresinin kapsamasıdır. Düşman gemisine asker çıkarma safhasını başarılı hale getiren esas tayin edici süreç ise yine menzilli silahlarla sağlanmaktaydı. Barut öncesi çağlarda hasım tarafların kullandığı gemiler büyük ölçüde benzer tonaj ve boydaydılar, dolayısıyla taşıyabildikleri asker sayısı da birbirine denk oluyordu. Denkliği lehine bozmak isteyen tarafın düşman gemisinin güvertesini menzilli silahlarla tarayarak güvertedeki personeli öldürmesi, yaralaması veya ambara kaçmaya zorlaması gerekmekteydi. Barut öncesi dönemin temel menzilli silahı olan ok-yay ve daha az ölçüde sapan ve mancınık açıklanan zaruret sebebiyle karada olduğu gibi denizde de kilit rol oynuyordu. Bu kısa yazıda, sayılan barut öncesi menzilli silahlardan ok-yay’ın denizlerdeki tarihi kısaca özetlenmeye çalışılacaktır.

Antik Çağ Deniz Savaşlarında Ok ve Yay

Arkeolojik kanıtlar, ok ve yay’ın deniz savaşlarında belirleyici rol almaya başladığı dönemi M.Ö 1200’lü yıllar olarak kabul etmemize olanak sağlamaktadır, lakin bu tarihten çok önce, daha taş devrinden beri ok ve yay su üstünde kullanılmaktaydı. Kuzey Avrupa’da bulunan M.Ö. 25.000’lere tarihlenmiş kaya resimleri, Eskimo Umiaklarına  benzer huş ağacı iskelet üstüne deri kaplanmış kayıklardan nehir geçen ren geyiklerinin ve su kuşlarının kara ağaç veya huş ağacı yaylarla avlandığını göstermektedir. Lakin aynı dönemde su üstünde ok yayın kullanıldığı çatışmalara dair arkeolojik kanıt yoktur. Bir savaş filosuna sahip bulunduğu kesinlikle bilinen ilk toplum olan Girit’in Minos uygarlığı (M.Ö 2700-1450)  ise gemilerini düşman yerleşimlerine baskın yapacak askerleri taşımak üzere nakliye kuvveti şeklinde kullanırdı. Esasen bu dönem için “savaş gemisi” de çok yanıltıcı bir tabir olur; zira M.Ö 800’lü yıllarda Fenikeliler kürekli “uzun gemi”lere takılan bronz mahmuzu icat edene kadar tek görevi savaşmak olan bir gemi türü mevcut değildi. Fakat, savaş filosunun öncelikli görevini düşmanı denizde karşılayarak yenilgiye uğratmak olarak belirleme şerefi Fenikelilere değil Eski Mısır uygarlığının Yeni Krallık dönemine aittir.

Yeni Krallık döneminden önce de Mısırlılar deniz seferleri düzenlemişlerdi ancak bunlar Minos örneğinde asker nakliyesinden ibaret harekatlardı. Yeni Krallık döneminin son büyük firavunu III. Ramses’in Medinet Habu’da inşa ettirdiği görkemli tapınağa işlenmiş çarpıcı kabartmalar ise geçmişten tam bir kopuşa işaret etmekte; yepyeni bir deniz savaşı taktiğini göstermektedirler. Bu taktikte ise başrol ok ve yay’a aittir. M.Ö 1200’lerde, domino etkisi yaratan bir yıkıcı göç hareketi başlamıştı. Balkanlardan güneye sel gibi inen çeşitli kavimler Doğu Akdeniz’de faaliyet gösteren korsan ve paralı asker çeteleriyle birleşmiş, Minos ve Hitit krallıklarını, Suriye’nin şehir devletlerini yakıp geçerek Mısır sınırlarına dayanmışlardı. Firavun III. Ramses’in donanması Mısır kaynaklarında “Deniz Kavimleri” olarak tanımlanan bu işgalcilerin filosunu çıkartma yapmaya hazırlandıkları Nil Deltası’nın ağzında baskına uğrattı (ykl. M.Ö 1175). Medinet Habu kabartmalarından öğrendiğimiz kadarıyla da tamamen yok etti. Çarpışmayı olanca şiddetiyle betimleyen kabartmalarda bir gemiyi savaş gemisi tanımına sokmaya yönelik ilk detay görülmektedir: direğin tepesine yerleştirilmiş sepet şeklindeki asker platformu, yani donanma terminolojisiyle karga yuvası. Mısır gemilerinin karga yuvalarında konuşlanmış okçular “V” biçimindeki bileşik yaylarıyla düşman gemilerine ok yağdırmaktadır, beri yandan pruva ve kıç taraflarına eklenmiş birer çeyrek güverte üzerinde de okçular konuşlanmış ve görevlerini yapmaktadırlar. Deniz oklarla delik deşik olmuş cesetlerle doludur. Nil Deltası muharebesi tarihin ilk belgelendirilmiş deniz çarpışması olmak yanında ok ve yayın belirleyici olduğu ilk deniz çarpışmasıdır. Bundan böyle okçular sayı ve etkileri değişmekle beraber yüzyıllar boyu savaş gemilerinin değişmez personeli haline geleceklerdir.

III. Ramses deniz kavimlerini yenmekte başarılı olmuştu belki, fakat ölümünün ardından Mısır’da iç kargaşalar başladı ve Yeni Krallık sona erdi. Ülkenin birliği ile beraber savaş filosu da yok oldu. Mısır’ın girdiği bu ara dönem aynı zamanda M.Ö. 9. yüzyıla dek sürecek olan antik Akdeniz’in “Karanlık Çağı” ile çakışmaktaydı. Yunanistan yarımadası, Anadolu ve Suriye kıyılarını ele geçiren Orta Avrupa kökenli işgalciler bu süreçte kendi devletlerini ve en nihayet uygarlıklarını kurdular. Aralarından yükselen deniz süper gücü ise semitik dil konuşan Fenike idi. Daha önce belirtildiği gibi Fenikeliler tunç mahmuzu kürekli asker nakliyelerine raptederek deniz savaşı teknolojisindeki üç devriminden ilkini gerçekleştirdiler.[*] Fenikelilerin icadı kadırga’nın artık tek görevi düşman gemilerini batırmaktı. Mahmuz kısa sürede Akdeniz dünyasının kalanına yayıldı ve Klasik dönemine giren Yunan yarımadasında mükemmelleştirildi. Kadırgaların oluşturduğu filolar silahlarını en verimli biçimde kullanmak için karmaşık manevralara dayanan yeni taktikler geliştirdiler. Hız ve manevranın belirleyici hale gelmesiyle önce iki kat (bireme) sonra da üç kat (trireme) kürekli kadırgalar evrimleşti. Gemilerin ele geçirilmesinden ziyade sakatlanmaları ve batırılmaları ana amaç haline gelince okçular ilk başta oynadıkları belirleyici rolü kaybettiler. Yine de keskin gözlü ve iyi nişancı birkaç okçunun düşman mürettebatı rahatsız etmesi, özellikle de geminin sinir sistemi konumundaki kaptan (yun. Nauarkhos) ve dümenciyi vurabilmesi halinde çarpışmanın seyri muhakkak değişebilirdi; bu sebeple kadırga mürettebatları arasında en az iki okçu bulunduruluyordu. Kullanılan yay tipi tüm Akdeniz dünyasının ortak menzilli silahı olan bileşik idi, yalnız şekilleri bölgeden bölgeye değişmekteydi. Fenikeliler Asur modeli, gerildiğinde “u” biçimi alan yayları kullanırken Yunanlılar İskitlerden aldıkları bozkır tipi uçbükümlü yayları tercih etmekteydiler. İskit yayının ve kullanım tarzının hareket halindeki bir platformdan (yani at sırtından) kullanılmak üzere geliştirildiği düşünülürse dalgalar üstünde inip kalkan bir gemi güvertesinde Asur yayına nispeten daha verimli olduğu düşünülebilir. Yine de Yunan deniz savaşlarında okçuluğun oynadığı önemsiz rol anlamlı bir karşılaştırma yapmak için yeterli değildir. Menzilli silahların Akdeniz sularında ağırlıklarını tekrar koymaları M.Ö. 3 yüzyılda gerçekleşecek; bu taktik değişiminde başrolü ise Romalılar oynayacaktır.

Romalıların okçuluğu denizlerde tekrar hakim kılmasından önce M.Ö. 4. yüzyıl ortalarından itibaren gemi teknolojisinin tuttuğu yeni yol hakkında kısaca bir bilgi vermek de gerekir. Artan ticaret sayesinde zenginleşen Samos ve Rodos gibi adaların tiranları üç sıra kürekli kadırgaların her oturağındaki kürekçi sayısını arttırmak suretiyle daha masif kadırgaların inşaatına başlamışlardı. Şekil itibarıyla çevik trireme’den çok ayırt edilmeyen “dörtlü” ve “beşli”lerden dev “onlu”lara kadar değişen ebatlardaki bu yeni “çok kürekli” (polyreme) kadırgaların ortak özelliği Klasik devrin karmaşık manevralarını icra etmek için fazla hantal kalıyor olmalarıydı. Büyük İskender’in fetihleri ardından generallerinin kurduğu dev Helenistik krallıklar zenginliğin kilidi olan deniz ticaretini ele geçirmek için polyremelerden kurulu donanmalar oluşturmaya başladılar. Ayrıca yüz binlere varan mevcutlu Helenistik orduların kıyıdan kıyıya nakliyesi de bir defa daha donanmaların asli görevleri arasına girmişti. Helenistik polyreme filoları manevra eksikliğini ateş gücüyle kapatmak yoluna girdiler; okçu kontenjanı tekrar arttı ve gemilere iki veya daha çok sayıda mancınık yerleştirilmeye başlandı. Ancak deniz savaşlarını yeniden “su üstünde kara çarpışması ” şemasına oturtanlar Romalılardı. Bu şema öyle kalıcı olmuştur ki, Romalıların deniz savaşlarında yakın dövüş için lejyonerler ile okçuları kombine ediş tarzı top ve tüfeklerin 16. yüzyıl sonunda kadırgalarda da baskın silah haline gelişine kadar tüm Akdeniz ve Atlantik deniz savaşlarında geçerli kalmıştır.

Roma Cumhuriyeti gücünü karadan alan bir çiftçiler devletiydi, denizle doğal bir ilişkisi yoktu. Romalıları kadırga yapıp denize açılmaya zorlayan neden Kuzey Afrika’daki Kartaca İmparatorluğuna karşı giriştikleri ölüm kalım savaşıydı. Fenikelilerin soyundan gelen Kartacalılar korku bilmez denizciler ve batı yarıkürenin bilinen tüm sınırlarına dek yolculuklar yapan tüccarlardı. İki yüzü aşkın gemiden oluşan dev armadaları mahmuzlama taktiğinde rakip tanımayan bir kuvvetti. M.Ö. 264 yılında başlayan Birinci Kartaca Savaşı’nın sebebi Sicilya üstünde hakimiyetti. Bir ada için yapılacak savaşta doğaldır ki deniz gücü başrolü oynar. Ne var ki Birinci Kartaca Savaşı başladığı sırada Roma Cumhuriyeti bir tek kadırgaya sahip değildi. İtalya kıyılarında karaya oturan bir Kartaca kadırgasını model olarak kullanan Romalılar Antik çağın en çarpıcı güç gösterilerinden birisini gerçekleştirerek sıfırdan donanma kurdular; ancak Kartaca’nın tecrübeli donanmasına karşı geleneksel taktiklerle başarı kazanma şansını kendilerinde görmediklerinden antik çağ deniz taktiklerini dönüştüren yeni bir yöntem denediler: düşman gemisine asker çıkarmak. Bu amaçla kadırgaların pruva tarafına bocurgatlarla hareket ettirilen bir köprü (corvus) yerleştirdiler. Çarpışma sırasında Roma gemisi düşmana rampa ediyor, corvus bir defa sabitlenince lejyonerler düşman güvertesine akın ederek üstün eğitimleriyle gemiyi ele geçiriyorlardı. Corvus, Kartacalılarda tam bir şaşkınlığa neden olarak Romalılara beklenmedik zaferler kazandırdı (Mylae, Ecnomus burnu, Aegates Adaları). Fakat zaferin bedeli Romalılar için çok ağır oldu. Monte edildiği geminin dengesini ciddi derecede bozan Corvus yüzüden Romalılar fırtınalarda yüzlerce gemi kaybetmiş, neredeyse yüz bine yakın sayıda asker ve gemici ölmüştü (bu, denizcilik tarihinin en büyük felaketidir). Açıktı ki Corvus tüm faydasına karşın kullanılmasına devam edilebilecek bir silah değildi. Romalılar rampa köprüsünden vazgeçmeyi okçu kontenjanı ve menzilli silahları arttırarak telafi etmek yolunu seçtiler. Okçular için gemilerin baş ve kıç taraflarına ahşaptan sökülebilir kuleler inşa ettiler ve Helenler gibi gemilerine mancınıklar yerleştirdiler. Savaştan hemen önce kuleler kuruluyor, buralara konuşlanan okçular yanaşılan geminin güvertesini taramaya başlıyorlardı. Birinci Pön Savaşında Kartaca deniz gücü ezildikten sonra Romalıların dikkati Helenistik krallıkların elindeki Doğu Akdeniz’e döndü. Makedonya ve Seleukos krallıkları ile yapılan savaşlardan Romalılar hem yenilmez orduları, hem de artık tecrübe kazanmış ve geniş ekonomik kaynaklardan beslenen donanmaları sayesinde üstün çıktılar. Hemen hemen tamamı polyreme tipi ağır kadırgalar arasında geçen deniz muharebelerinin doruğu, Roma-Mısır Savaşı ile iç içe giren Roma İç Savaşı sırasındaki Actium Muharebesidir (M.Ö. 31) Julius Caesar’ın yeğeni Augustus Octavius’un filosu, rakip Marcus Antonius’un ve müttefiki Mısır kraliçesi Kleopatra’nın birleşik donanmasını büyük bir bozguna uğrattı. Actium körfezinde yapılan dalışlarda bulunan yüzlerce mancınık güllesi menzilli silahların Helenistik-Roma deniz savaşlarındaki ağırlığına bir kanıt oluşturur. Octavius’un rakiplerine nazaran daha hafif ve çevik olan gemileri üstün eğitimli lejyonerleri Mısır gemilerine süratle yanaştırarak zaferi kazanmışlardı. Actium ayrıca antik çağın ismi zikredilmeye değer son deniz savaşı oldu. Tüm Akdeniz havzasını hakimiyetine alan Roma İmparatorluğu’nun denizde bir rakibi yoktu. Donanmalar ve gemilerin boyları hızla küçüldü. M.S. 4. yüzyıla gelindiğinde çok katlı kadırgaların inşa teknikleri artık unutulmuştu.

Roma gemilerindeki okçular da tıpkı Yunanlılar gibi İskit modelinde uç bükümlü, “m” biçimi alan yayları kullanıyorlardı. Lakin, sadece bir-iki hafta hatta birkaç gün için seyre çıkan Klasik çağ Yunanistan’ındaki filoların aksine Helenistik ve Roma devri polyremeleri daha uzun süreler denizde kaldıklarından bileşik yayların en büyük düşmanı olan neme karşı uygun şekilde muhafaza edilmeleri gerekirdi. Bunun için yaylar balmumuyla sıvanmış hayvan derilerine sarılır, ancak savaş zamanı mahfazalarından çıkartılırlardı. Okçuların kökenlerine ilişkin de biraz bilgi vermek gerekir. Gerek klasik gerek Helenistik devirlerde Doğu Akdeniz’de Girit, Karya ve Suriye kıyıları okçuluk sanatının en geliştiği yerlerdi. Hem Helen hem de Roma donanmaları okçularını bu kıyılardan toplarlardı.

Ortaçağlar: Akdeniz ve Kuzey Avrupa

Batı Roma’nın M.S. 476 tarihinde çöküşünden sonra Akdeniz’de savaş filosu kurmaya ehil bir tek Doğu Roma (Bizans) kaldı. Bizans donanmasının da belkemiği Kadırga idi ancak bunlar klasik öncüllerinden çok farklı idiler. Dromon denilen Bizans kadırgaları tek veya çift sıra kürekle hareket eden, tek veya iki direkte Roma devrindeki gibi kare değil üçgen biçimli (Latin) yelken taşıyan ve mahmuza sahip bulunmayan gemilerdi. Bizans kadırgalarının pruvasında, su çizgisi üzerinde, düşman gemisine rampa ettikten sonra askerlere köprü görevi gören spiron adlı bir çıkıntı mevcuttu. Tıpkı Roma gemilerindeki gibi bir veya iki okçu kulesi ana silueti tamamlıyordu. En ünlü Bizans deniz silahı ise suya döküldükten sonra dahi yanmaya devam eden ve içeriği bugün de tam bilinmeyen “Rum ateşi” adlı karışımdı. Rum ateşi Grekçe siphon denilen tulumbalardan püskürtülürdü. Bizans donanmasında okçuluğun rolü Roma döneminden çok daha fazlaydı zira Doğu Roma askerleri lejyonların üstün disiplininden mahrum bulunuyorlardı; dolayısıyla düşman gemilerin mürettebatlarını rampa etmeden önce mümkün mertebe azaltmak belirleyici önemdeydi. Sâsâniler ve Hunlara karşı yapılan savaşların ardından daha güçlü Hun yayı ve zihgîr ile atış tekniğini benimseyen Doğu Roma askerleri böylece iyileştirilmiş teknolojiden de faydalanıyorlardı.  Bizans donanması, başta Batı’da kaybedilen toprakları geri almak için büyük seferler düzenleyen İmparator İustinianos gelmek üzere askeri güce önem veren imparatorlar tarafından güçlendirildi ve11. yüzyılın sonlarına dek Doğu Akdeniz’in başat deniz gücü olarak kaldı. 8. ve 9. yüzyıllarda Emevi ve Abbasi halifeleri, din değiştiren Bizanslı gemi ustaları, Kıptî gemiciler ve Suriye kıyıları ahalisinden faydalanarak Bizans deniz egemenliğine karşı meydan okumalarda bulunmuşlarsa da tehditleri uzun süreli olmamış, İslam halifeliğinin 10. yüzyılda parçalanmasıyla birleşik bir deniz gücü oluşturmaktan aciz kalınmıştır. Abbasilerin ardılı tüm İslam devletleri içinde bir tek Mısır’a hakim olan Fatîmiler ve Memlüklerin zikre değer bir donanması vardı. Bizans gemilerini ve taktiklerini kopya eden İslam donanmalarının deniz savaşı tarzını Doğu Romalılardan çok farklı düşünmek için bir neden yoktur. 1071 Malazgirt savaşı ve izleyen yıllarda Anadolu’nun Selçuklu Türkleri tarafından fethi sonucu İmparatorlar artık dikkatlerini tamamen kara sınırına vermek zorunda kaldılar ve süreğen bir ihmale uğrayan Bizans donanması eriyip yok oldu. 12. yüzyıldan itibaren Akdeniz’e ağırlığını koyan yeni deniz güçleri Amalfi, Pisa, Cenova ve Venedik gibi denizci cumhuriyetler olmuştur.

Akdeniz’de bu gelişmeler olurken, Batı Avrupa’da Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra donanmalar tarihe karışmıştı. Galya, İspanya ve Cermanya’da kurulan  barbar krallıkları denizle ilgilenmiyorlardı. Bir tek Britanya’ya saldıran Saksonlar gemi yapımcılığına eğiliyorlardı ancak onların güvertesiz ve yelkensiz tekneleri göçmen taşıyan nakliyelerden fazlası değildi. Orta çağların en ünlü denizcileri olan İskandinavlar için de keza drakkar denilen hem kürekli hem yelkenli tekneler birer asker nakliyesi idi. Ender görülen gemi gemiye savaşlar herhangi bir taktik inceliğin gözlenmediği kanlı rampalama girişimleri olarak cereyan ediyordu. Fakat, bazı Olaf Tryggvason’un Sagası gibi bazı destanlarda çok usta bir veya iki okçunun tıpkı Klasik devir Yunanistan’ındaki gibi “keskin nişancı” olarak kullanıldıklarına dair ilginç ayrıntılar mevcuttur. Okçuların Kuzey sularında baskın asker tipi haline gelmeleri için ise 13. yüzyıldaki gelişmeleri beklemek gerekecektir.

11. yüzyıl hem sosyal, hem askeri hem ekonomi tarihi açısından birçok dönüm noktasına tanık olmuştur. Feodalizmin yükselişi, ticaret yollarının tekrar açılması, üzenginin yayılışıyla beraber şövalyelerin ortaya çıkışı bu gelişmelerden bazılarıdır. Önemli bir diğer gelişme ise arbalet’in yaygın kullanıma kavuşmasıdır. Isı ve nem’e karşı bileşik yaydan çok daha dayanıklı olan, menzil ve vuruş gücü açısından da bileşik yayla karşılaştırılabilir güce sahip arbalet sayesinde ticaret için kullanılan ağır hareketli ve uzun seyrüsefer süresine sahip “yuvarlak gemi”lere gerek savunma gerek taarruz için asker yüklemek mümkün hale gelmiştir. Kadırgalardaki askerlerin de atış kuvveti hatırı sayılır derecede artmıştır. Arbaletin daha düşük atış hızından doğan dezavantaj ise kullanan askerin geniş bir taşınabilir ahşap kalkan, yahut geminin bordası ardına saklanmasıyla telafi edilmeye çalışılmıştır. Bileşik yay ile arbaletin avantaj ve kusurlarını karşılaştıran dönemin Akdeniz güçleri iki silahı karma biçimde kullanmak yolunu seçmişlerdir. Yağışlı ve serin iklime iklime sahip Batı Avrupa’da bileşik yay’ın kullanımı problemli olduğundan bu coğrafyanın menzilli silahı zaten ezelden beri som ahşaptan “basit yay” idi ve deniz savaşlarında da kullanılmaktaydı. Pahalı bir endüstri ürünü olan arbalet bu sebeple sadece İtalyan cumhuriyetlerinin kuzeyli muadilleri konumundaki Hansa Birliği şehir devletleri Hamburg, Bremen ve Lübeck’in gemilerinde yaygın görülen bir silah olmuştur.

İskandinavyalı Normanların akınlarından sonra, 12. yüzyılda artan ticaretle beraber kuzeyde “Kog” adı verilen yeni bir gemi türü gelişmişti. Altı düz, geniş karınlı ve tek bir direkteki kare yelkenle hareket eden bu hantal gemi ticaret için ortaya çıkmış olmakla beraber alçak güverteli kadırgalar zaten dalgalı Kuzey denizlerinde fazla kullanılamadıklarından kısa sürede bu suların hem savaş hem barış için neredeyse tek açık deniz gemisi tipi oldu. Savaş zamanlarında krallar kogları sahiplerinden kiralıyor, burun ve kıçlarına birer sökülebilir platform, direğin tepesine ise bir karga yuvası kurarak okçular için mevziler hazırlıyorlardı. Kalmar Birliği ile Hansa Birliği arasında Baltık’ın hakimiyeti için yapılan savaşlar Kog filoları arasında gerçekleşmiştir. Fakat Koglar arasındaki en büyük muharebe Fransa ve İngiltere arasında 12 Haziran 1340 tarihinde Hollanda açıklarındaki Sluys mevkiinde gerçekleşen muharebedir. İngiltere Kralı III. Edward komutasındaki 250 adet kog’dan oluşan İngiliz donanması, içinde bir miktar Ceneviz kadırgası da bulunan 190 gemilik Fransız donanmasıyla çarpışmaya girmiş, sayı üstünlüğü ve ünlü uzun yay’ın gücünü birleştirerek Fransız donanması’nı tamamen imha etmiştir.

Sluys Muharebesi’nin gerçekleştiği 14. yüzyıl aynı zamanda barutlu silahların ilk defa sahneye çıktığı zamandır. Deneysel nitelikteki ilk toplar hızla gelişerek bir yüzyıl içinde büyük etki yaratan silahlar haline gelmişlerdir. 15. yüzyılda ise, Kog’ların inşasında kullanılan Kuzey Avrupa gemi inşa geleneği Akdeniz geleneğiyle birleşerek ortaya Keşifler Çağı’nın simgesi haline gelen üç direkli karakayı çıkartmış, beri yandan Akdeniz’in kadim kadırgası da bir yeniden doğuş yaşayarak gelişiminin doruğuna ulaşmıştır. İki gemi tipinde de önce deney kabilinden, ardından giderek daha sistematik biçimde top esas silah olarak benimsenmiştir. Lakin modern dünyanın kırılma noktası 16. yüzyılda ok ve yay barutlu silahlarla beraber son bir ortak yaşam süreci geçirmeden tarihe karışmayacaktır.

Rönesans: Yay’dan Tüfeğe

15. yüzyıl başlarında, etkili olacak çaptaki toplar karayoluyla nakledilmek için çok ağır kalmaktaydılar. Bu silahların deniz kıyıları veya nehir yolları boyunca gemiyle taşınmaları hemen hemen her zaman tek çözüm yolu oluyordu. Venedik donanması bu tür kıyı seferleri sırasında, kadırgaların burun tarafında askerlerin toplandığı çeyrek güverteye büyük kalibreli bir top yerleştirebileceğini, böylece yüksek hareketliliğe sahip yüzer bir top platformu elde edebileceğini keşfetmişti. İlk önce kıyı istihkamlarına karşı kullanılan top kadırgaları bir süre sonra gemilere karşı da kullanılmaya başlanınca denizlerde ateşli silah devrimi başlamış oldu. Kısa sürede ön güvertede konuşlandırılan silah sayısı 1-2 ağır ve 3-4 hafif topa çıktı. Askerler ise top bölmesinin üstüne kurulan bir asma güverteye konuşlanmaya başladılar. Kadırgaların topla donatılmasından sonra teknoloji aşamalı olarak karakalar ve iber kökenli süratli gemiler olan karavelalara da sıçradı.

15. yüzyıl’ın Akdeniz’indeki en önemli gelişme Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişi ve Osmanlı donanmasının doğuşudur. İstanbul’un 1453 yılındaki fethi sırasında ilk defa önemli bir görev üstlenen Osmanlı donanması Ege ve Karadeniz’deki seferler sırasında giderek büyüdü. Ege’nin hakimiyeti için Venedik ile savaşa tutuşan Osmanlılar 1499 yılındaki Zonchio Muharebesi ile ilk büyük deniz zaferini kazandılar. Osmanlı tarihinde “Burak Reis Cengi” adıyla şöhret bulan bu savaşın aynı yıl yapılmış çok detaylı bir ahşap baskı resmi, kadırga ve karakalara yerleştirilmeye başlanan topların deniz savaşlarında nasıl hakim duruma geçmeye başladığını belgelemesi yanında bordalama taktiğinin ve okçuların hala muharebenin kader evresini belirlediğini göstermektedir. Nitekim Burak Reis’in karakasının baş ve kıç kasaraları ile direklerdeki çanaklıklarda mevzilenmiş okçular, rampa etmeye çalışan Venedik gemilerine ok yağdırırken, burnuna büyük çaplı olduğu belli bir top yerleştirilmiş kadırgalardaki leventler yine oklarla amiral gemisine destek verir. Buna karşın Venedik gemilerinden arbalet atışı yapılırken tek tük de ilkel tüfek göze çarpar. Nitekim bu yeni silahlar gelecekteki Avrupa deniz savaşlarının gideceği yönü gösterir gibidir.

Gerçekten de 16. yüzyıla girildikten sonra, batı devletlerinin gemi envanterlerine bir bakış, giderek artan sayıda elde taşınabilir ateşli silahın yay ve okların zararına cephaneliklere dahil olduğunu göstermektedir. İber, Fransız ve İskandinav gemilerinde yay ve oklar 16. yüzyıl ortasına gelindiğinde hemen hemen tamamen kaybolmuştu. Okçuluk geleneğinin hem askeri hem kültürel alanda çok güçlü olduğu İngiltere’de ise süreç biraz daha uzun sürmüştür. Nitekim uzun yayların en güzel örnekleri 1546 yılında Manş Kanalı’nda batan İngiliz karakası Mary Rose’un enkazından çıkartılmış; Sir Francis Drake korsanlık seferleri sırasında, saçılan tüfek kıvılcımlarının yelkenleri tutuşturmasından çekindiği için çanaklıklarına okçu konuşlandırmaya devam etmiştir. Lakin, İngiliz donanması de genel eğilime daha uzun süre direnememiş ve 1588’de İspanyol Armadası ile yapılan savaşlarda okçular yer almamıştır. Ok ve yayın Batı Avrupa denizcilik tarihindeki uzun hükmü böylece son bulur. Bu teknoloji değişiminin sebebi karada da okçuların yerini tüfekçilere bırakmasıyla aynıdır: ustalaşması zor bir silah olan yay’ın mevcutları giderek büyüyen orduları donatmak için uygunsuz kalması. Savaş gemilerinin de boy ve tonajı büyüyüp mürettebat sayıları arttıkça  okçular yerine tüfekçiler tercih edilir olmuştur. Akdeniz’in büyük deniz güçleri olan Venedik, İspanya ve St. Jean şövalyeleri de kayıpları okçulara nazaran çok daha rahat telafi edilebilir olan tüfekçileri, Osmanlılarla karşılaştırılınca çok sınırlı kalan insan gücü kaynaklarına daha uygun bularak daha 16. yüzyıl’ın ilk yarısında teknoloji dönüşümünü tamamlamışlardır. Hantal ve kısa menzilli tüfeklerin, teknoloji tarihindeki mühendislik harikalarından birini temsil eden uç bükümlü Türk yayı karşısında büyük dezavantajda olacağı düşünülebilirse de deniz muharebelerinde son söz rampa sırasında söylendiğinden gerçekte zırhlı piyadeler ve tüfekçilerden oluşan hristiyan kadırga silahendazları uzun soluklu bir çatışmada hafif donanımlı Osmanlı rakipleri karşısında  avantajlı konum elde ediyorlardı.

1570’lere gelindiğinde, dönemin Batı yarıküresindeki süper güç olan Osmanlı İmparatorluğu’nun donanması ok ve yayı temel silah olarak kullanan tek deniz gücü olarak kalmıştı. Bunun nedenleri çeşitlidir. İlk olarak, donanma Osmanlı imparatorluğu için tâli önemdeydi ve esas görevi Ordu için nakliye göreviydi. Bu yüzden Osmanlı kadırgaları ateş gücünden ziyade sürate ağırlık verilerek inşa ediliyor, rakiplerine nazaran daha az sayıda ve daha küçük kalibrede toplar taşıyorlardı. Venedik ve İspanyolların profesyonel bahriye silahendazlarına bir muadil Osmanlı donanmasında mevcut değildi. Kadırgalara küçük bölükler halinde dağıtılan Yeniçeriler  hariç, imparatorluk donanması gemilerine verilen savaşçılar Anadolu’dan toplanan milis Azap okçularıydı. Yine de Osmanlı okçularının  etkinliği tüm düşmanları tarafından iyi bilinirdi. Nitekim, Mısır’ın fethinden sonra Kızıldeniz’e çıkan Osmanlı donanması ile karşılaşan bir Portekiz karavelasının kaptanı, gemisinin “cıvadıradan pruva çanaklığına kadar oklarla kaplandığını” yazmıştı. Osmanlı donanmasının en büyük iki zaferi, Preveze (1538) ve Cerbe (1560) muharebelerinde, düşman karmaşık manevralarla şaşırtılarak muharebe azmi kırılmış ve çekilmesi sağlanmış, yahut baskına uğratılarak  daha küçük ve hafif silahlı Osmanlı kadırgalarının yüksek sürati sayesinde zırhlı piyadeler ve tüfekçiler koordine olmadan gemiler ele geçirilmişti. Fakat, 1571 yılında İnebahtı Muharebesinde tam hazırlıklı ve denk boydaki Kutsal İttifak donanması karşısında ateş gücünün okçuluk maharetine nasıl galebe çaldığı ortaya çıktı. İttifak donanmasının 1.815 adet topuna karşılık Osmanlıların sadece 750 topu vardı. Savaşçı mürettebatları ise İttifakın 28.000 zırhlı piyade ve tüfekçisine karşılık Osmanlıların 34.000 hafif silahlı Azap, Levent ve Yeniçerisi meydana getiriyordu. İki filo karşı karşıya geldiklerinde İttifak filosunun ateşlediği salvo Osmanlı gemilerini ağır hasara uğratarak harp nizamını karma karışık etti. Rampa aşamasında İttifak tüfekçilerinin yakın menzilden tüfek ateşi iyi eğitimli Osmanlı okçularını bastırdı. Zırhlı piyadelerin izleyen saldırısı ise Osmanlı filosunun imhasını getirdi. İttifak 7.500 asker kaybederken 34.000 Osmanlı askerinin 20.000’i öldürüldü veya esir edildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun deniz yönünde yayılmasını kati şekilde durduran İnebahtı deniz savaşı sadece kadırgalar arasındaki en büyük ve en son deniz muharebesi değil, ok ve yay’ın batı yarıkürede deniz savaşlarındaki rolünü sona erdiren olaydır. İnebahtı savaşından sonra Osmanlı donanması yeniden inşa edilirken Sokullu Mehmet Paşa bundan böyle gemilere tüfek kullanmasını bilen sekbanlarla cebelü (zırhlı) askerlerin alınmasını emretti. 1644 yılında başlayıp tam 25 yıl süren Girit Savaşı sırasında Osmanlı donanması son defa kadırgaları ana savaş gemisi tipi olarak kullanıyordu ancak mürettebatlar artık ateşli silahlarla donanmışlardı.

Kadim Devamlılık: Doğu Asya Denizlerinde Ok ve Yay

1839-42 yılları arasında devam eden İngiliz-Çin Savaşı (veya Birinci Afyon  Savaşı) sırasında Yangtze ve Pearl ırmaklarına giren son model silahlarla donatılmış İngiliz buharlı gambotları karşısına Çinliler tasarımı M.S. 2. yüzyılda son şeklini alan geleneksel gemileri olan Cönkler (Junk) ve bunlara doldurulmuş uç bükümlü yaylarla silahlı yerel milislerle çıkmışlardı. İngiliz donanmasının bu arkaik kuvvetleri tek kayıp vermeden hezimete uğrattığını belirtmek her halde gereksizdir. Kore için de benzer şeyler söylenebilir; 18. yüzyılda bu ülkeye elçilik görevlilerini götüren Rus fırkateynleri küreklerle yürütülen mavnalar ve içlerine doldurulmuş okçularla karşılanmıştı. Gerek Çin’in gerek Kore’nin 16. yüzyıldan itibaren zenginlik peşindeki Avrupa’nın ilgi odağı olduğu düşünülürse her iki devletin de deniz kuvvetlerini geliştirmesi beklenirdi. Ancak durum bunun tam tersi oldu. Bunun sebepleri neydi ? Sayılacak olursa birden fazla iç içe geçmiş neden savlanabilir. Her şeyden önce gerek Çin gerek Kore asıl düşmanları kara sınırlarında olan devletlerdi, dolayısıyla öncelik ordularını güçlü konumda bulundurmaktaydı. Hele ki Çin için, donanma lehine bozkır sınırlarındaki savunmaları gevşetmek düşünmesi çok zor bir şeydi. Bu durumun tek istisnası, Ming döneminin başlarında Müslüman hadım Zheng He komutasında Hint Okyanusuna gönderilen, dev gemilerden kurulu keşif ve ticaret filoları olmuştur (1405-1433 arasında toplam yedi sefer). Ne var ki bu girişimler ancak İmparator’un şahsi hevesinden doğmuş, Çin politikalarının gerçek belirleyicisi konumundaki gelenekselci bürokrasi tarafından şiddetle karşı çıkılan işlerdi. Nitekim Zheng He ve onun hamisi İmparator Yongle’nin ölümünden sonra tüm deniz girişimleri sona erdi; hatta belli tonajın üstünde gemi yapmak yasaklandı. Ming hanedanı ardından gelen Qing hanedanının da seleflerinin koyduğu kısıtlamaları aynen devam ettirmeleri Çin’in denize olan allerjisinin kültürel hale geldiğini göstermektedir. Öyle ki 16. yüzyılın ikinci yarısında Güney Çin kıyılarını kasıp kavuran Japon korsanları Wakoların  akınlarına karşı bile bir filo kurulması yoluna gidilmemiş, sahiller kaderlerine terk edilmiştir. Çin, limanlarına sürekli uğrayan Batılı ticaret şirketlerinin giderek daha büyük ve güçlü hale gelen gemilerini görmezden gelmenin cezasını, bölümün başında betimlendiği üzere, 19. yüzyılda emperyalizmin denizden gelen istilasına karşı savunmasız kalarak çekmiştir. Benzer biçimde Kore de, Mançurya sınırındaki tehdidi öncelikli görmüş hem de büyük bir donanma ile güç gösterisi yapmanın büyük komşusu Çin’i sinirlendireceğinden çekinerek bilinçli bir pasifizimi tercih etmiştir. 1596 yılındaki büyük Japon İstilası dönemi hariç Kore asla bir donanma sahibi olmamıştır. Japonya’ya gelince, Ada ülkesi olmasına rağmen Japon yöneticileri içe dönük, otarşik bir köylü toplumuna hükmetme yolunu seçmiş, dolayısıyla Toyotomi Hideyoşi’nin Kore’yi istilası hariç 1853 yılına dek donanma veya savaş gemisi sahibi olmamıştır.

Geleneksel olarak Çin denizi, ırmakları ve göllerinde yapılan savaşlarda yük taşımak için kullanılan çeşitli tekneler bir araya getirilir ve bunlara doluşan, ağırlıkla okçu askerler hasım tarafın gemilerini ok yağmuru ile taramak ardından rampa etmek suretiyle zafer kazanmaya çalışırdı. 16. yüzyılda Doğu Asya’ya ulaşan Portekizliler fitilli tüfek ve dövme demir topları Çin ve etrafındaki dünyaya tanıttılar. Okçuluğun her şeyden önce bir kültür olarak toplumun geneline yayıldığı Çin ve Kore’de tüfek kısa süreçte ciddi bir etki yaratmazken Japonya’da savaşları bir anda dönüştürdü. Lakin Japonlar topa aynı ilgiyi göstermedi ve ne karada ne denizde, saçma atan küçük kalibreli silahlar hariç top kullanmadılar. Buna karşın Çinlilerin ve özellikle Korelilerin topa ilgisi çok daha fazla oldu. Orta boy toplar hem Çin ordularında hem de icap ettiğinde silahlandırılan Cönklerde yaygın biçimde kullanıldılar. Koreliler ise topçuluğa özellikle ilgi göstermiş, yangın mermileri dahil ilginç özelikte değişik tip mühimmatlar da üretmişlerdir. Yine de, kısa menzilli ve genellikle kötü dökülen bu kopya silahlar Ok yağmuru ve izleyen bordalama safhasından müteakip geleneksel Uzak Doğu deniz savaşı tarzını dönüştürmediler. Bu durum 19. yüzyıl ortasına kadar devam edecekti.

Sonuç

Genel kalıpların aksine, barutun icadından çok önce de menzilli silahlar, özellikle ok ve yay, deniz savaşlarında ağırlıklı ve sık sık belirleyici bir rol oynamıştır. Eski Mısır uygarlığından Venedik Cumhuriyetine dek Akdeniz dünyasında donanma sahibi güçlerin taktik ve teknolojileri incelendiğinde sürekli kendini tekrarlayan bir şema belirir: gemilerde hız ve manevra öne çıktığı oranda menzilli silahların önemi azalmış, asker kapasitesi ve sağlamlık hızdan feda edilerek öne çıkarıldığında bu önem artmıştır. Kuzey Avrupa sularında kullanılan tadil edilmiş ticaret gemileri için de facto tek seçenek zaten ok ve yaydan faydalanmak oluyordu. Barutun icadından sonra dahi ok ve yay hemen yok olmamış, tedrici biçimde yerlerini ateşli silahlara bırakmışlardır ve açıklandığı üzere bu değişim tüfeğin yaya, özellikle uçbükümlü bileşik yaya karşı teknolojik üstünlüğü değil bilakis basitliği ve kullanım kolaylığından ileri gelmiştir. Uzak Doğu’da ise, açıklanmaya çalışıldığı üzere; kültürel, coğrafi ve stratejik etkenlerin birleşimi sonucu Batı yarıküredeki gibi bir “deniz gücü” konsepti hiç gelişmemiş; deniz çarpışmaları savaş zamanlarında geçici olarak bir araya getirilen ticaret gemileri arasındaki düzensiz boğuşmalar olarak geçmiştir. Yine özellikle kültürel sebeplerden Kore ve Çin’de bu geçici donanmaların ana muharip kuvvetini okçular teşkil etmiş; 16. yüzyılda, ilkel batı modeli topların kopyalanması da hakim gelenekçilik yüzünden bu durumu değiştirmemiştir.

Kaynakça:

Murat Özveri, “Okçuluk Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey”, İstanbul..

Chester G. Star, “Antik Çağda Deniz Gücü”, İstanbul 2000

Lionel Casson, “Antik Çağda Denizcilik  ve Gemiler”, İstanbul 2002

Ed. Robert Gardiner, “The Age of the Galley: Mediterranean Oared Vessels Since Pre-Classical Times”, Londra 2000

John f. Guilmartin Jr., “Galleons and Galleys”, New York 2002

Angus Konstam, “Lepanto 1571″, Londra 2003

Wayne Reynolds & Stephen Turnbull, “Fighting Ships of the Far East” (2 cilt), Londra 2002-2003


[*] Diğer iki devrim 16. yüzyılda yelkenli gemilerin toplarla donatılması ve 19. yüzyılda buhar ile demir/çeliğin gemi inşaatçılığını dönüştürmesidir.