DİKOTOMİ, OKÇULUK VE SANAT




DİKOTOMİ, OKÇULUK VE SANAT   

Yazar: Ozan ULUĞ

“Her uygarlık varlığını savaşa borçludur ve savaşçılarını kendi kültürüne göre yetiştirir.”[1] denildiğinde, cümlede ifade edilen savaş ve uygarlık arasındaki bağı yadırgayabiliriz. Tarih sayfaları karıştırıldığında, rakipleri için yıkımla özdeşleştirilmiş Asyalı okçu milletlerin aynı zamanda devrin sanatçıları olduğunu bilmek, aynı ruhta uyum içinde bir arada var olan yıkıcılığı ve yapıcılığı görmek, çoğu insana şaşırtıcı gelebilir. Bizleri sürekli yanıltan, daima iki yüzü olan nesnenin sadece bir yüzünü görmekle yetinmemizdir. Bu sebeple, aslında şaşırdığımız kendi yanılgımızdır.

Atış esnasında okun yayın ne tarafına yerleştirildiği, kirişin nasıl tutulup çekildiği gibi teknik kısımlar göz ardı edildiğinde, Asya okçuluk tekniğinin temeli en sade biçimde “bilinçli şekilde nişan almadan ok atmak” olarak tanımlanabilir. Bu atış tekniği “iç güdümlü atış”[2] olarak Türkçeleştirilmiştir. Alabildiğine sezgisel bir kavrayışla, planlı bir eylemsellikten uzak ve hiçbir düşüncenin etkisinde kalmaksızın, ama çevrede olan her şeyi algılamayı ihmal etmeyen bir farkındalık ile yapılan atışların isabet oranı şaşırtıcı seviyede yüksektir. Tamamen kas hafızasına dayalı olan bu atış tekniğinde, kasların aktivitesi “Lazarus Refleksi”ne[3] benzetilebilir. Yivli tüfekle atış yapan keskin nişancıların en isabetli atışları ( bilinçli bir farkındalık ile yapılmaksızın )kalbin-iki vuruşu arasındaki durma anında gerçekleştirdiği bilinir. Ateşli silahlarla yapılan atışlarda solunumun atışa doğrudan tesir ettiği kaydedilmiştir. Genel kabul gören ve tavsiye edilen, tetik çekilirken nefes alınıp verilmemesidir. Okçulukta da solunumun önemi konusunda çalışmalar vardır.

İster ateşli silahlar ister yay kullanılsın, atıcılık disiplinleri arasında paralellikler vardır.  Atıcılar zihinsel faaliyetler açısından günlük rutinlerinden uzak, derin bir odaklanma halindedirler. Tâlim ile kazanılmış kas hafızası, eylem sırasında ön plana çıkmaktadır. Motor sinir sistem “Lazarus Refleksi”ne benzer bir halde hareket etmektedir. Mükemmel bir atış için tetik kalbin sistol (kasılma) ve diastol (gevşeme) evreleri arasındaki küçük bir anda gerçekleşecektir. Yani atıcının kalbi, bir anlığına durmuş gibi düşünülebilir. Benzer biçimde nefes alıp verilmediği için, solunum da bir anlığına durmuş kabul edilebilir.

Anlık dahi olsalar bilincin olmaması, kalp atışının bulunmaması ve solunumun durması; tıbbî açıdan koma ya da ölüme delalet ede belirtilerdir. Elbette atıcı bu esnada yaşamaktadır, ancak küçük bir nükte olarak söyleyecek olursak, iyi bir atıcı atış esnasında ölümün eşiğindeki biri gibidir.

Kalbimizin ritmi ve solunumumuz üzerinde kontrolümüz yoktur. Ama zihnimizi kontrol altına almak yetisine hepimiz sahibizdir. Deneyimli müsabık okçuların beyin dalgalarının frekansı atış sırasında düşmektedir. Hattâ, bir çoğumuzun başına geldiğinde anladığı gibi, atıştan sonra hedefi vuran okuna bakan okçu onu kimin attığını soracak kadar bir esriklik[4] seviyesine ulaşabilir.

Esrimek veya transa geçmek değişik şekillerde tarif edilen bir zihinsel durumdur. En basit anlatımıyla, beynin faaliyetlerinin tamamen uyanık olduğumuzdaki zihinsel durumdan farklı olduğu bir evredir. Bilimsel açıdan beyin dalgalarının frekansındaki değişiklikle açıklanır[5]. Beyin dalgaları, frekanslarına göre beta, alfa, teta ve delta olarak sınıflandırılır. Beyin tam uyanıklık durumunda, beta fazında faaliyet gösterir. Esrime/trans/meditasyon/hipnoz gibi durumlarda ise alfa (ve hattâ daha düşük bir frekansa sahip teta) fazında çalışır.

Beyin dalgaları alfa fazında, normal uyanıklık halindeki beta frekansından daha düşüktür. Ancak bilinç kapalı değildir. Bu hale “değişmiş bilinç hali” (“altered state of consciousness” ya da İngilizce baş harfleri kullanılarak yapılan kısaltma ile “ASC”) de denmektedir. “Değişmiş bilinç hali”(ya da Türkçe baş harfleri kullanılarak yapılan kısaltma ile “DBH”)’nin bir eylem sırasındaki tezahürü şu şekilde açıklanabilir: Yapılan işe derin bir odaklanmayla yoğunlaşmak ve bu esnada yaptığın işi, bilinçli bir çabayla değil, her türlü düşünceden uzak ve bir tür “içgüdüm” ile, istemsiz bir eylemmişçesine yapmak. Tıbbî açıdan tanımlamak gerekirse, bir eylemi üst beyni[6]/frontal lobu[7] kullanmadan, sadece alt beyinle gerçekleştirmektir. Alt beyin vücudun otonom ve istemsiz fonksiyonlarını yönettiği gibi, başlangıçta istemli ve bilinçli yapılıyor da olsa, sürekli tekrarlanmayla otomatikleşen eylemleri de kontrol eder. Sürekli tekrarlanan eylemler, bir süre sonunda kas hafızasına yerleşen istemsiz otonom eylemlere dönüşürler. Gündelik hayatta sıkça gerçekleştirdiğimiz ve özünde çok karmaşık bir motor sinir sistem becerisi ve denge gerektiren koşmak, yemek gibi rutinler kas hafızasına kazınmış rutinlerdir.

Bu durum okçuluk için iç güdümlü atışta geçerlilik kazanır. Osmanlı-Türk Okçuluk ekolünde eğitiminin başlangıcından beri uygulanan kepâze[8] ve torba[9] idmanları, belirli bir hedefe binlerce atış yapılması, aslında istenen amaca hizmet eden otonom eylem yaratma sürecidir. Bu tipte bir eğitim tarzı sadece Türk Okçuluğu ile sınırlı olmayıp diğer Asya okçuluk ekollerinde de kendini gösterir. Japon geleneksel okçuluğunda benzer biçimde bir ok boyu kadar mesafeden “makiwara”[10] adı verilen hedefe atış yapılır. Çin geleneksel okçuluğunda ise söz konusu hedefe “ghauzen” adı verilir.

Zaman içerisinde sürekli tekrar ile kazanılan bu beceriler bütünü okçunun atış yapacağı zaman gerçekleştirmesi gereken hareketlere değil sadece atışa alt beyni ile odaklanmasına olanak sağlar. Dolayısıyla okçu atış esnasında aslında alt beyni ile sonradan kazanılmış “yapay bir refleks” yardımıyla atış yapmaktadır. Dolayısıyla aslında atışını bilinçsiz biçimde gerçekleştirmektedir.

Yine ilginç bir biçimde Japon geleneksel dövüş sporları arasında yer alan Karate’de de makiwara adı verilen bir vuruş tahtası kullanılır. Karate makiwarası yapı olarak okçulukta kullanılan hedeften farklı da olsa, aynı amaca hizmet eden bir çalışmanın parçasıdır. Her iki savaş sanatı/spor dalı içinde hedeflenenler şüphesiz aynıdır. Amaç otonom eylem süreçleri yaratmaktır.  Bambaşka bir spor dalı olan karatede bu durumun önemine dair en güzel yorum yine bir karate ustasından gelmiştir. Nakayama’ya ait olduğu rivayet olunan deyişe göre “ Makiwara ile talim yapmak Karatenin ruhudur ve bir gün bile ihmal edilmemelidir.”

Benzer bir biçimde otonom eylem biçimlerinin tekrar ile pekiştirilmesine dair Türkçe okçuluk literatüründe de bir deyiş mevcuttur. “İdmanı bir gün bırakırsanız, okçuluk sizi on gün bırakır.”

Esriklik ile bir eylemi gerçekleştirmek sadece okçuların yeteneği değildir. Judo gibi daha çok fiziksel kuvvet gerektiren sporlarda bile, deneyimli sporcuların tekniği uygularken bir tür alfa dalga boyuna indikleri gösterilmiştir.  Esriklik ile gerçekleştirilen dışavurumlar spordan başka, sanatın da temel öğesidir. Uğraştığı dal ne olursa olsun, sanatçıya gelen ilham/uyarı ile tetiklenen alt bilinç, zihninin derinliklerinden gelerek icracıya bir kompozisyonu şekillendirmekte yardımcı olur.

Bu esnada icra edilen eylemler; mesela bir müzik aletinin çalınması, fırça darbelerinin bir resme dönüştürülmesi; uygun bir ışık, bakış açısı yakalandığı anda deklanşöre basılması, sade bir kamış parçası ile harflerin kaleme alınması vb. hepsi zaman ve çalışmayla kas hafızasına kazınmış rutinler aracılığıyla gerçekleşen alt beyin faaliyetleridir.

Dolayısı ile esriklik ile yapılan sanatsal faaliyetlerde ve okçulukta motor sinir sistemin aynı ve/veya benzer biçimde çalıştığı söylenebilir. İlginç biçimde, içerik olarak tamamen ilgisiz görünen, neredeyse tezat oluşturan bu faaliyetler tarih boyunca değişik kültürlerde bir araya gelmiştir. Osmanlı kültüründe kemankeşlerin içinden başarılı hattatların çıkması, profesyonel asker olan samurayın şiirle uğraşması bunun en güzel örnekleri arasındadır. Peki ilk bakışta biribirine tamamen zıt görünen bu eylemleri bir araya getiren düşünce nedir?

Dikotomi & İki İlkeli Sisteme Genel Bir Bakış

“Dikotomi” ya da Türkçeleştirilmiş hali “İki İlkeli Sistem” özellikle Orta Asya Türk kültür tarihine kalıcı şekilde etki etmiş bir düşünce ve felsefe biçimidir[11]. Türkler ’de ve Proto-Türkler’de egemen olan bu düşünce biçiminin ilk kaynağına Çin’de, Çu[12] Döneminde rastlanır[13]. Dikotomi kelimesini, birbirine denk ve zıt iki olgunun maddî-manevî dengesine ve/veya devinimine dayanan bir düşünce ve mitoloji biçimi olarak tanımlamak mümkündür. Dikotomide kadın-erkek, gece-gündüz, yaşam-ölüm, yeryüzü-gökyüzü gibi kavramlar birbirini tamamlar ve ayrılmaz bir bütün oluşturarak diğerine anlam katarlar. Dikotominin düalizmden farkı, dikotomiyi oluşturan zıtlıklardan birinin diğerine göre makbul, tercih edilen ya da üstün olan olmamasıdır. Yani kadın erkeğe, gece gündüze, yer göğe karşı baskın/tercih edilebilir/makbul değildir. Evren, söz konusu ikiliklerin her birinin bir diğeriyle meydana getirdiği tezat ve etkileşimlerin oluşmuştur. İki kutupta yer alan iki ucun dengesi ve devinimi ile de var olur. Bu dengenin veya devinimin bozulması evrensel işleyişin bozulması ile son bulacaktır.

Kozmolojik anlamda işleyişin her şeyin kendine zıt olanla kurduğu dengeye dayanması felsefesinin tümdengelim ve tümevarım ile makro ölçekten mikro ölçeğe uyarlanması mümkündür. Böylece bireysel anlamda da bu işleyişin aynı olmasını gerektiği fikri kabul görür. Dolayısıyla, bireyin ruhunun da bundan ayrı tutulması düşünülemez. Beden ve ruh bir ikileştirmedir. Aynı biçimde ruhun da yapıcı ve yıkıcı yönleri mevcuttur. Dikotomik bir karşıtlar ikilisi oluşturur. Bedenin eğitildiği gibi; aydınlık-karanlık/yapıcı-yıkıcı yanlar içeren ruh da eğitilmelidir. İki zıt kutbun bir dengeye ulaşması için çaba sarf edilmelidir. Yani sanatsal uğraşı ile savaşmak, yapmak ve yıkmak aynı potada eritilmeli her iki uç da en yalın haliyle varlığını korurken, aralarındaki bıçak sırtı dengeyi muhafaza etmelidirler.

Buraya kadar anlatılan kavramlar sanki bir Uzak Doğu felsefesinin öğretileri gibi dursa da Türk Okçuluğunun geçmişten günümüze tarihi, kültürel ve coğrafî yolculuğunda da önemli kilometre taşlarıdır.

Bu inanış biçiminin Türkçedeki en samimi ve özet hali eski bir atasözü olan “bir tözlüg bolmak” (bir özde birlik olmak) deyişinde görülebilir. İslam’ın kabulüyle bu kavram “vahdet-i vücud” terimiyle tekrar hayat bulacaktır. Vahdet-i vücud kavramına göre gördüğümüz ve hissettiğimiz her şey “Mutlak Bir Varlık”ın tezahürleridir. Dolayısıyla bu karşıtlıklar da “Mutlak Varlık’ın” yansımalarıdır. Her şeyin kendini tamamlayan bir karşıtının var olması, yani İki İlkeli Sistem/Dikotomi, Sufizm’de de“her şey tersi ile bilinir” felsefesiyle yaşamaya devam edecektir.

Eski Türkçe metinlerde geçen “yir-sub ve kök”(yer-su ve gök) sanki bir üçlemeyi çağrıştırsa da terminolojik açıdan durum farkıdır. Eski Türkçede “Yir-sub “( yer ve su) yeryüzü anlamına gelen bir deyimdir. Göktürk Yazıtları Türk Tarihinin yazılı en eski belgeleri olarak kabul görür. Evreni var eden dikotomik bir dengenin varlığı söz konusu yazıtlarda en sade ve anlamlı biçimi ile ifade edilmiştir. “Üze kök tengri asra yağız yir kılundukda ikin ara kişi oglı kılınmış” (üstte mavi gök, altta yağız yer kılındığında, ikisi arasında insanoğlu kılınmış)[14]-[15]”. Birbiri ile bütünleştirici bir tezat ve denge oluşturan yeryüzü ve gökyüzü arasındaki denge oluştuktan sonra, bunların arasında insanoğlu ancak varlık bulmuştur. Bu dengenin bozulması felaketlerin başlangıcı olacaktır.[16]

Ok ve yayın dikotomik yansımaları

Ok ve yay ikilisinin bir bütünleyici ve zıt kutuplu çift oluşu da dikotomiye ilginç bir örnek teşkil eder. Ok ve yayın kendisine ve parçalarına türlü ikileştirmeler atfedilmiştir.. Sadece fonksiyonel açıdan değerlendirildiğinde bile, ok ve yayın tekil olarak işlevsel olmadıkları, ancak bir arada kullanıldıkları zaman işlevsel hale geldikleri görülebilir. Yapımları için gerekli malzemeler neredeyse aynıdır. Her ikisinin temel yapı taşı olan ahşap ana gövdeyi oluşturur. Ok ve yayın her ikisinin de ahşap gövdelerinin üzerine konulacak parçalar tutkal ile yapıştırılarak tespit edilirler. Boynuz ve kemik yayın karnına ya da kulaklarına, okun ise başına veya ayağına denk gelir. Sinir yayın sırtına döşenirken, okta yelek ve temrenin bağlanmasında kullanılır. Yani temelde aynı özden meydana gelirler. Buna rağmen, tamamen farklı işlevlere sahip nesnelerdir.

Siyâsî bakımdan yay yöneticiyi (metbûiyeti) sembolize ederken, ok yönetilenin (tâbîiyeti) simgesi olmuştur. Sembolik açıdan değerlendirildiğinde ise, ok eril bir varlık olarak kabul edilirken yayın dişil olarak tezahür ettiği görülür. Tasavvufî bir bakış açısından ise, yayın alt kolu suflîliği temsil ederken, üst yay kolu ulvîliği temsil ederek diğer koldan ayrılır –ya da diğerini tamamlar! İslamiyet Öncesi Türk Mitolojisinde ise “Ok gezlenip gerilmiş yay resimlerinde evrenin temsîli bulunur: Bunların oluşturduğu yarımküre göğün tepesini oluşturur. Kiriş (ip )yeryüzü, ok ise kozmik eksendir.”[17]

Suflîliğin İle Ulvîliğin temsilleri yayın kabza kısmında birbirleriyle buluşurlar. Benzer biçimde, erken dönem Türk inanışında yer alan gezlenmiş bir ok (kozmik eksen/axis mundi/evren ağacı) vasıtasıyla birbirine bağlanan Yer ve Gök’ün temas noktası yine kabzadır.

Yukarıda kaleme alınanlar ışığında yayın kabza kısmı aslında dikotomik anlmada birbirine zıt çiftlerin bir araya geldiği yerdir. Kabzada dikotomik kavram ve olgular bir arada dengede bulunurlar. Tezatlıklarıyla birbirlerine anlam katarlar. Zıtlıklarıyla birbirlerini tamamlayarak var olurlar. Dikotomik çiftlerin dengede bulunmaları, birbirlerine anlam katmaları ve birbirlerini tamamlayarak var olmaları, bize evrenin işleyişini hatırlatır.

Buradan yola çıkılarak yayın kabza kısmında adeta bir kozmosun mikro tezahürü vardır. Osmanlı-Türk Okçuluğuna damga vuran kabza öpme ritüelinin kökenlerinde Türk Kültürünün kadim evren anlayışına dair yansımalar aranabilir.

Aynı Ruhtan Ve Bedenden Doğan Şaşırtıcı Bir Zıtlık: Savaş Ve Sanat

Ruh ve beden birbirini tamamlayan iki zıtlık olduğu gibi, aslen insan ruhundan ve bedeninden doğan iki uygulama olarak kabul edebileceğimiz savaş-yıkım ve sanat-yapım da felsefî açıdan birbirinin zıddıdır.

Daha geniş anlamda düşünüldüğünde, sanatın savaşla harmanlanmasının en güzel ve belki de en eski uygulaması, Orta Asya göçerlerinin imzası sayılabilecek okçuluktur. Türklerin Müslümanlaşmaları ve yerleşik düzene geçişleriyle beraber değişen kültürleri içinde, okçuluk hüsn-i hatt sanatı ile bir çift oluşturmuştur. Osmanlı’da birçok başarılı kemankeşin hüsn-i hatt sanatıyla da ilgilendiği bilinmektedir. En iyi bilenen örnek, Sultan II. Bayezid’in hatt hocalığını da yapmış olan ve “Şeyhü’l Hattâtîn” unvanıyla da bilinen Hamdullah Efendi’dir. Kendisi “Hatta ferâceyi giydim ama okçulukta bu nasip olmadı” diye tevâzu gösterse de Hamdullah Efendi menzil sahibi bir kemankeştir. Bir dönem İstanbul Okçular Tekkesi’nde Tekke Şeyhliği de yapmıştır ve bugün İstanbul Okmeydanı’nda günümüze ulaşmış en eski menzil atışı ona aittir. Osmanlı’nınkine benzer bir militarist toplum yapısına sahip diğer bazı doğu milletlerinde de benzer dikotomiler görülür.  Mesela Japonya’da kılıçtaki ve okçuluktaki becerileri ile övünen samurayların çoğunluğu şiir yazar ve kaligrafi ile uğraşırlar.

Aslında okçuluk ve güzel yazı arasındaki benzerlikler, dikkatli bir gözlemle tespit edilebilir. Bir hattat, aynı bir okçu gibi belirli formları bir hat kalemi ile hatasız sayılabilecek bir kusursuzlukla defalarca tekrarlayarak meşk eder. Sanatını icrâ ederken, on binlerce tekrarla kazanılmış kas hafızası devreye girer. Bilinçli düşünceyle yönetilen değil, kendiliğinden akıp gidiyor gibi algılanan bir süreçtir. Bu durumun, okçunun atışa hazırlanışı ve atışı yapışına benzerliği şaşırtıcıdır.

Söz konusu iki uygulama arasındaki paralellik belki de ruhun yapıcı ve yıkıcı yanlarının hat ve okçuluk eğitimleri ile ayrı ayrı beslenerek dikotomik bir dengeye ulaşmasına olanak sağlamıştır. Bu şekilde savaş ve sanat, beden ve ruhun yapıcı ve yıkıcı yönlerini temsil eden ve besleyen uygulamalar olarak, aynı kişi içinde dengeli hale gelmiş olacaktır.

Savaş ve sanatın ruh ve beden eğitiminde kullanıldığına dair kanıtlara çok erken dönemlerde de rastlanır. Söz konusu ikilinin tarihsel serüveninin ilk örneklerini Çin’de, Çu Hanedanı döneminde[18] görmek mümkündür.

Eldeki kayıtlardan, Sonbahar ve Gök Ayinleri esnasında, müzik eşliğinde ok atma yarışması yapıldığını biliyoruz.[19]. Gök Ayini için yapılan yarışma “Pi-Yung” [20]denilen bir yapıda gerçekleştirilirdi. Bu yapı Çu Hanedanı’na özgü kabul edilen mimârî özellikler gösterirdi. Temsîlî olarak bir kaleyi andıran, devrin kozmolojisine atıfta bulunur biçimde dört köşeli inşa olunmuş, kurban ayinlerinde ve törenlerde kullanılan sıra dışı ve özel bir yapıydı.

Pi-Yung yerleşkesi içerisinde müzik eşliğinde yapılan okçuluk yarışmalarında, müziğin işaret ettiği anda ok ile hedefin vurulması temel amaçtı. Bu yarışmaya katılanlar devrin aristokrasisinde yer alan usta okçulardı[21]. Ruhânî ve siyâsî otoriteyi sembolize eden bu mekânda hedefi vurmak, sadece okçuluk becerisinin değil; doğruluk, terbiye ve kutun da nişânesi sayılıyordu.[22]

Çu dönemi soylularının bu ayinlerde ve yarışmalarda müziği çalan icrâcılar arasında olup olmadıklarını bilmiyoruz. Ama söz konusu türlü dinî ritüeller esnasında Çu yiğitlerinin dans ettikleri kayıt altına alınmıştır[23]. Müzik işaret ettiği anda ok atmakla müzik eşliğinde dans etmek arasında bir paralellik kurmak mümkündür. Söz konusu mesele üzerine daha detaylı düşünüldüğünde, dans etmenin de tıpkı okçuluk gibi zaman içerisinde sayısız tekrarla kazanılmış kas hafızasına dayalı bir eylem ve sanat biçimi olduğu söylenebilir. Belki de, köklerinde göçebelik olduğu bilinen Çu’lar dansı kendilerine diğer sanatlara göre daha yakın bulmuşlardı.

Sanatla okçuluğu çok erken bir dönemde birleştiren Çu Döneminden Osmanlı’ya uzanan okçuluk serüveninde arada uzun kopukluklar olduğu düşünülebilir ve Orta Asya’da kurulan pek çok siyâsî oluşumda okçuların niye sanatla okçuluğu aynı anda icra etmedikleri sorusu akla gelebilir. Bu sorunun cevabını bulmak için, bakış açımızı biraz değiştirmek yeterli olacaktır. Sanatı üretmek ve yapıcı olmak olarak düşünürsek, bu kesintinin aslında hiç yaşanmamış olduğunu görebiliriz.

Zanaatkârlıktan Sanatkârlığa

Herodot’un “kısrak sütü içen dürüst çobanlar” diye adlandırdığı İskitler atlı okçu kavimler çağının şafağı olmuşlardır. Pek çok özellikleri ile bozkır toplumlarına ilk örnek teşkil etmişlerdir. İskitler’in ardılları olarak kabul edebileceğimiz Avrasya’nın pastoral göçerleri göçebelikten yerleşik düzene geçtiklerinde, görkemli medeniyetler ve imparatorluklar kurmuşlardır. Bunların sonuncusu ve belki de en görkemlisi olan Osmanlı İmparatorluğu’nda ok ve yay yapımı ile uğraşan loncalar ve imalâthaneler olduğu kayıt altına alınmıştır. Bu loncalara kayıtlı olanların ustalık seviyesine ulaşmasının yıllar aldığı âşikardır. Yani okçuluk donanımı üreten bu insanlar bir anlamda meslekî açıdan toplumun elitleridirler. Yerleşik toplumlarda böyle bir meslek erbâbı sınıfına karşın, Orta Asya’nın göçebe topluluklarında herkesin kendi okçuluk donanımını kendisinin yaptığı bilinir. Elbette, göçebe toplumlarda bile, yapımı uzmanlık gerektiren bazı teçhizatın bunları yapan belli bir zümreden ticârî olarak tedarik edilmiş olması ihtimalini  göz ardı etmemeliyiz. Yine de bu kadar zor ve uzmanlık gerektiren bir işin, kısmen dahi olsa, ilkel sayılabilecek koşullarda ve basit aletlerle yapılabilmesi, bununla ilgili bilginin nesilden nesle aktarılarak taşınması şaşırtıcı bir durumdur.

Bozkırın sembolü haline gelmiş olan hayvan figürlü sanatın yaratıcısı olan büyük bozkırın bu sakinlerinin kaçının bugünkü anlamda sanatkâr sayılabileceğini bilememekteyiz. Ama herkesin okçu olmalarından ve kendi okçuluk donanımlarını –en azından bir kısmını- yardım almaksızın kendi başlarına yapabilmelerinden hepsinin zanaatkâr veya bir tür zanaatkâr nosyonuna sahip kişiler oldukları sonucu çıkarılabilir.

Sanatkârlık ve zanaatkârlık arasındaki yakın ilişki üretkenlik ortak paydası ile değerlendirildiğinde, ikisinden birini yapanın diğerine zihinsel ve bedensel kâbiliyet bakımından yatkın olabileceğini kabul etmeliyiz.

Hiç bir şey yoktan var olmaz ve hiç bir şey vardan yok olmaz, her şey sadece şekil değiştirir[24] Dolayısıyla okçuluğun sanatla harmanlanması ve dikotomik bir çift oluşturması geleneği bir anlamda hiç kaybolmamıştır. Sadece şekil değiştirerek yoluna devam etmiştir. Çu Sarayı’nın müziği ve dans etmeyi seven okçu aristokratları, keçe çadırlarda ok ve yay yapan Orta Asyalı zanaatkâr göçerlere tarih sayfalarında yerlerini devretmişlerdir. Ardından zamanın çarkları dönmüş, Osmanlı Sarayı’nın seçkinleri okçuluğu hattan şiire uzanan birçok sanatla birlikte ele almışlardır. Tarihin değişik zaman dilimleri içinde, aynı dikotomik birliktelik farklı tezahürlerle bir görünüp bir kaybolmuş, erimiş, birbirine karışmış, devinip durmuştur. Her seferinde farklı bir şekil alarak karşımıza yeni bir yüzle yeniden çıkmıştır.

Uzun Tarihten Kısa Hayata, Büyük Toplumdan Küçük Bireye İçsel Yolculuğumuz

Dikotominin tarih ve coğrafya içindeki bu uzun yolculuğu kafa karıştırıcı gelebilir veya bu çıkarımlar sadece meraklılarına hitap eden önemsiz ayrıntılar gibi görünebilir. Ama her şeyin özünde olduğu gibi, dikotomi ve zıtların birlikteliğinde, sadece insanın kendisi vardır.

Tekrarlanmaktan otonom haline gelmiş kas hafızası eylemleri; yürümek, koşmak, yemek, otonom faaliyetlerimiz olan nefes almak veya kalbimizin çalışması gibi eylemlerin yanında yerini almıştır. Gündelik hayatımızın ağırlıklı kısmına, alt beyin tarafından kontrol edilen bu davranışlar damgasını vurmuştur.

Yaptığımız her iş, uğraştığımız her şey, katıldığımız her faaliyet aslında bizi biz yapan olgunlaşma sürecinin bir parçasıdır. Bu süreç her ne kadar bilinçli bir eylemmiş gibi dursa da önemli kısmı istemsiz olarak gerçekleşen faaliyetlerden oluşmaktadır.

Pek çoğumuzun deneyimlediği veya en azından işittiği gibi, büyükçe bir deniz kabuğunu kaldırıp kulağınıza dayadığınızda tuhaf bir uğultu duyarsınız. Aslında duyduğumuz kabuğun kendine özgü yapısından dolayı çevredeki sesleri değiştirip şekillendirerek bize iletmesidir. Çevremizle olan sesleri almış onları yeniden yorumlayıp derlemiş, sonunda bambaşka bir yapıda yeniden sunar. Aslında bilinçaltımızın yaptığı da tam olarak deniz kabuğunun seslere yaptığıdır. Çevremizden gelen algıları alır, yeniden yorumlar. Tekrar, bir davranışı patern haline getirir, adeta yapay refleksler yaratır, istemsiz eylemlere özgü akıcı, gayet karmaşık bir faaliyetler bütünü ortaya çıkarır.

Okçunun her atışı, sanatçının her dokunuşu kendi ile özdeşleştiği dışavurumlardır. Çünkü bunlar bilinçli düşünce zincirlerini izleyerek değil, alt beynimizden gelen uyarılarla, bir tür kas hafızasına dayanarak yapılan eylemlerdir. Bu dışavurumlarımız ister ok atmak ister bir sanat icra etmek olsun, çıktığımız içsel yolculuktaki duraklardır. Aklımızın ve duygularımızın yarattığı dışavurumlarımız, aslında kendi yansımalarımızdır. Bize kendimizi gösteren aynalardır.

Her Yöne Ve Her Zamana Dair

Sanatsal bir eylemin okçulukla eşleştirilmesi tarih boyunca, en azından kayıt altındaki veriler ışığında, 3000 yıl önce Çu’ların sembolik kalesi Pi-yun’dan başlayıp, Osmanlı Sarayı’ndaki Enderun-u Hümâyun’a değin var olmuş. Coğrâfî olarak da Asya’nın iki ucuna, Topkapı Sarayı’ndan Japon samuraylarının evlerine dek uzanmış, dünyada devamlılığı olan ve toplumlar üstü bir gelenek olarak kabul görmüştür.

Bu gelenek sadece kolektif ve anonim bir tarihsel bir yolculuk değildir. Ardında yatan konsept, toplumdan bireye doğru indirgenebilir veya bireyden topluma doğru açılabilir. Okçuluk ve sanat, yıkıcılık ve yaratıcılık; birbirine anlam katan, var oluşları bir diğerine bağlı çiftler olarak beraberce varlıklarını sürdürmüşler. Aynı kaynaktan türeyen bu zıt ikizler erişebildikleri ruhlar ve bedenlerde, tarih boyunca varlıklarını sürdürmüşler; zanaattan sanata ve sanattan zanaata, bireyden topluma ve toplumdan bireye, mikro ölçekten makroya ve makro ölçekten tekrar mikroya, kişiselden anonime ve anonimden kişisele doğru her yöne evrilmişlerdir.

Kaynakçalar:

  1. Türk Kozmolojisine Giriş; Emel Esin; Kabalcı Yayınevi 2001
  2. Orhun Abideleri; Muharrem Ergin; Boğaziçi Yayınları 2003
  3. Türklerin Ve Moğolların Eski Dini, Jean Paul Roux; Kabalcı Yayınevi
  4. Yay İle Ok Atış Sanatında Zen; Eugen Herrigel; Ruh ve Madde Yayınları,1994
  5. Türk Okçuluğu; Ünsal Yücel, Atatürk Kültür Merkezi Yayını No 182, 1998
  6. Savaş Sanatı Tarihi; John Keagen, Sabah Yayınları, 1995
  7. Kyudo-Way Of The Bow, The Art Of Shooting The Shooting Japanese Bow According To The Heki İnsai Ha School, Technical Manuel; Luigi Genzini, rom, 1994
  8. Okçuluk Hakkında Merak Ettiğiniz Her Şey; Murat Özveri, 2006

 Dipnotlar:

[1] Savaş Sanatı Tarihi; Sayfa 14

[2] Murat Özveri, Okçuluk Hakkında Merak Ettiğiniz Her Şey; Sayfa 101

[3] Lazarus Refleksi; Tıbbî bir tanım olan Lazarus Refleksi adını Hz. İsa’nın ölüyü diriltme mucizesinden, öldükten sonra Hz. İsa tarafından diriltilen Lazarus’tan alır. Beyin ölümü gerçekleşmiş kişiler türlü nörolojik sebeplerden, canlıymışçasına uzuvlarını hareket  ettirler dışarıdan gelen uyarılara tepki gösterirler. Tıp bilimi bu fenımene “Lazarus Refleksi” adını vermiştir.

[4] Esrimek; bakınız TDK Sözlüğü

[5] Beyin dalgaları ve şuur halleri ile ilgili çalışmalar 20.yüzyılın ilk çeyreğinde başlamıştır. Toplam 4 adet beyin dalgası tespit olunmuştur. Bunlar beta, alfa, teta ve deltadır. Bu dalgaların çevrimini ifade etmek için standart bir birim olan hz kullanılmıştır. Beta dalgası beyinin günlük hayatta tamamen açık ve uyanık bir zihin hali ile faaliyet gösterdiği evredir. Alfa dalgası fazında ise beyin daha düşük bir frekansta faaliyet göstermektedir. Bu durum bir yarı uyanıklık hali veya yarı hipnoz altında olmak olarak da tanımlanabilir. Bilinçaltı aktivitelerinin arttığı bir evredir. Teta ve delta dalgası fazında ise beyin çok daha yavaş faaliyet göstermektedir. Teta fazında derin hipnoz ve yoğun bilinçaltı aktivitesi gözlenir. Uykuda rüya görünen safha -REM uykusu-  teta frekansındaki beyin dalgalarının baskın olduğu safhadır. Delta ise derin uyku halini ifade eder. Söz konusu dalgalar günlük yaşamda beyin tarafında aynı anda üretilirler. Günlük hayatımız esnasında söz konusu dalgaların ifade ettiği durumlardan biri baskın hale gelebilir. Bu esnada beyin söz konusu baskın dalga boyunda faaliyet gösteriyor kabul edilir.

[6] Üst beyin gelişim sürecinde değerlendirildiğinde gündelik hayata dair tüm istemli hareketlerimizi kontrol eden kısım olarak genel bir tanımlama yapılabilir.

[7] Frontal lob gelişim sürecinde değerlendirildiğinde üst beynin bir parçası olarak sosyal davranış biçimlerimizi kontrol eden kısım olarak tanımlanabilir.

[8] Geleneksel Türk Okçuluğunda kepaze idmanı hem yeni başlayanlar hem de deneyimli okçular tarafından okçuluğun her evresinde devam ettirilen bir çalışmadır. Ok gezlenmemiş bir yay kullanarak yapılır. Burada amaç yayı uygun biçimde ve aynı şekilde çekmektir. Böylece hem vücut kas hafızası geliştirilmeye çalışılır hem de formda kalmaya yönelik bir idman gerçekleştirilir.

[9] Geleneksel Türk Okçuluğunda “torba idmanı” çok yakın bir mesafeden hedefe atış yapmak olarak tanımlanabilir. Bu hem yeni başlayanlar hem de deneyimli okçular tarafından okçuluğun her evresinde devam ettirilen bir çalışmadır. Bir veya iki ok boyu mesafeden tercihen yeleksiz oklar kullanılarak yapılan bu çalışmada amaç “hatra” ve “ferke” gibi teknikler için kas hafızasının geliştirilmesidir.

[10] Kyudo-the way of the bow; Sayfa 42-43

[11] Türk kozmolojisine giriş; sayfa 19-20-21-22

[12] Age; Çu boylarının çoğunluğunun Eberhard’a göre Proto-Türk olduğu bahsi, sayfa19

[13] Age; sayfa 19

[14] Orhun Abideleri; sayfa 8

[15] Söz konusu çevirinin transkripsiyon alfabesindeki tam çevirisi ve denk geldiği konsonantlar ve vokallerin tam karşılığı için ilgili kaynakçaya bakılmalıdır. Bu makaledeki yazımda transkripsiyon alfabesindeki ilgili detaylar sadeleştirme amacı ile gösterilmemiştir.

[16] Türklerin Ve Moğolların Eski Dini, Jean Paul Roux; Sayfa 113

[17] Türklerin ve Moğolların Eski Dini: Sayfa 153

[18] Çu’ların içlerinde Ön Türklerin olduğu savı Wolfram Eberthard tarafından dile getirilmiştir. Bkz dip not 13

[19] Türk Kozmolojisine Giriş; Sayfa 121

[20] Age: Sayfa 121

[21] Age: Sayfa 122

[22] Age: Sayfa 122

[23] Age: Sayfa 96

[24] Söz konusu deyişin kökeni hakkında bilgiler tartışmalıdır. Antik Yunan filozofu Thales’e dayandığı veya Fransız bilim insanı kimyager Antonie Lavosier tarafından söylendiği iddia olunur.