Yaycı Yusuf Beşe Terekesinin Düşündürdükleri




YAYCI YUSUF BEŞE TEREKESİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

 

Şinasi Acar & Murat Özveri

OSMANLI ARŞİVİNDEN BİR BELGE

Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Kısmet-i Askeriyye Mahkemesi 23/96 ve 23/97’de kayıtlı belge, Yaycı Yusuf Beşe’nin ölümü üzerine yapılan miras tesbitine ilişkin karar tutanağı olup okçuluk tarihi açısından önemli bilgiler içermektedir. Bu resmî belge hem -o dönemde- bir yaycı ustasının ne tür araç gereç kullanarak hangi yayları ürettiğini göstermekte, hem de bu malzemelerin tek tek ve karşılaştırmalı olarak fiyatlarını vermektedir. Hicrî 13 Recep 1117 (Milâdî 31.10.1705) tarihli belgenin metni şöyledir :

Dergâh-ı âlî dâme mahfûfen bi-l me’âlî yeniçerilerinin mahmiyye-i İstanbul’da vâki’ yirmidokuzuncu bölüğe mahsus oda neferâtından olup medîne-i Üsküdar’da Hadîce / Sultan Mahallesi’nde sâkin iken, bundan akdem vefât eden yaycı Yusuf Beşe bin Abdullah’ın, zâhirde vâris-i zevce-i menkûha-i metrûkesi Hadîce Hâtun / ibne-ti Mustafa’dan gayri vâris-i ma’rûfu olmayıp terekesinin rub’u zevcesi mezbûreye ve selase-i erbâ’ı cânib-i  beyt-ül mâle âid olmağla,  mahmiyye-i mezbûrede bi-l fi’il yeniçeri / beyt-ül mâl emîni olan fahr-ül  emsâl Mehmed Ağa bin Ramazân ma’rifetiyle müteveffâ-yı mezbûrun tahrîr olunan terekesidir ki ber-vech-i âtî zikr olunur. Fî 13 min Receb-ül ferd, sene 1117  

Bugünkü dille tutanak metninde şunlar yazılmıştır :

“… yeniçerilerin İstanbul’daki 29.Bölük erlerinden olup Üsküdar Hatice Sultan Mahallesi’nde oturan ve bir süre önce vefat etmiş bulunan -Abdullah oğlu- yaycı Yusuf Beşe’nin, eşi -Mustafa kızı- Hatice Hanım’dan başka mirasçısı olmadığı cihetle mirasının dörtte biri eşine, dörtte üçü Hazine’ye ait olmaktadır. İstanbul’da hâlen Yeniçeri Hazine Emini olan -Ramazan oğlu- Mehmed Ağa tarafından tesbit olunan miras aşağıdadır. 13 Recep 1117”

 

Dergâh-ı âlî : (Padişah kapısı) Saray. Dâme : Berdevam olsun. Mahfûfen : Etrafı çevrilerek. Bi-l me’âlî : Sonuç olarak. Mahmiyye : Büyük şehir. Medîne : Şehir. Akdem : Önce. Beşe : Yeniçeri teşkilâtında kullanılan ayrıcalıklı bir unvan (Baş ağa’dan geldiği söylenir). Zâhirde : Görünürde (meydanda). Vâris-i zevce-i menkûha-i metrûke : Terk edilmiş nikâhlı mirasçı ([Kocasının ölümüyle] geride kalan eş). Tereke : Miras. Rub’ : Çeyrek (dörtte bir). Selase-i erbâ’ : Dörtte üç. Cânib-i beyt-ül mâl : Devlet hazinesi tarafı. Mezbûr : Adı geçen. Fahr-ül emsal: Akranlarının övüncü (övüleni). Ber-vech-i âtî : Aşağıda gösterildiği gibi. Kıyye : Okka (1,283 kg). Sagîr : Küçük. Dimi : Sıkı dokunmuş pamuklu bez. İhram : Kilim gibi bir yaygı (Sedir gibi yerlere serilen yaygı). Me’hûz : Ödünç olarak alınmış para. Techiz ve tekfîn : Ölünün gömülmeye hazırlanması. Mihr-i müeccel li-z zevce-til mezbûre : Adı geçen kadın eş için ölüm halinde ödenmesi gereken para. Deyn : Borç. El-hâc : Hacı. Müjdegân : (Burada) Ölü için yapılan hayır. Huddâmiyye : Hizmet edenlere verilecek para. El-bâkî ; Geri kalan, arta kalan. Nukuud : Hazır paralar. El-ihrâcât : Çıkarılacaklar, masraflar. Miras paylaşımının gerçekleştiği 1705 yılı, Sultan III. Ahmed dönemidir. O dönemde kullanılan Abbâsî altını 40 akçeye eşdeğer olup 7,7 gram altın içermektedir. Akçe cinsinden yapılan fiyatlandırmalar, bu bilgilere göre değerlendirilebilir.

Bu belge, Yusuf adında bir yeniçeri yaycı ustasının ölümü üzerine yapılan miras tespitine ilişkin olup, mahkeme tarafından verilen karar tutanağıdır. Belgede, Yusuf Beşe’nin ayrı yaşadığı bir eşi olduğundan söz edilmekte, çocuklarından ise bahis bulunmamaktadır. Bilindiği gibi, yeniçerilerin evlenmesine izin verilmemektedir. Yusuf Beşe’nin emekli olduktan sonra evlendiği düşünülebilir. Çocuğunun bulunmaması, bu olasılığı kuvvetlendirmektedir.

Genellikle mirasçılar arasında herhangi bir anlaşmazlığın bulunmaması halinde, bu tarz bir tereke tespiti yapılmamaktadır. Yusuf Beşe’nin çocuğu bulunmadığı için, eşiyle öteki yakınları arasında bir ihtilâf çıkmış olmalıdır.

 

YUSUF BEŞE KİMDİR?

Mirası bu mahkeme kararına konu olan yaycı ustası Yusuf Beşe, bir yeniçeridir. Enderun-u Humâyun’da eğitim görerek saraydan kapıkulu sipahisi ya da bürokrat olarak çıkan içoğlanların aksine, Acemi Oğlanlar Ocağı’nda yetişen yeniçeriler meslekî bir eğitim almazlardı. Ancak, bunun istisnaları vardı. Yeniçeri ortalarına bağlı olan bir zanaatkâr grubu, “Ağa Bölükleri” adı altında istihdam edilmekteydi. Ordunun ihtiyaçlarını karşılayan bu zanaatkârlar, sivil esnaf loncalarına benzer şekilde usta-çırak ilişkisi içinde eğitim de veriyorlardı. Ağa Bölükleri elemanlarını devşirme usulüyle olduğu kadar, salıverilmiş kölelerden ve savaş esirlerinden de karşılıyordu. Mahkeme kararında Yusuf Beşe’nin “Abdullah oğlu” olarak anılması, onun Yeniçeri Ocağı’na devşirme yoluyla alınmış olduğunu göstermektedir[1].

Ordu için gerekli olan ok ve yay esas olarak resmî imalâthânelerde üretiliyor, yetmediği takdirde sivil piyasadan temin ediliyordu. Resmî imalâthânelerden en önemlisi, Süleymaniye semtindeki Ağa Kapısı’nda bulunan Ağa Kârhânesi idi. Burada çalışan zanaatkârların adları, işleri ve 3 ayda bir aldıkları ücretleri, Ehl-i Hiref Defterleri’nde kayıtlıdır. Ücretleri saray tarafından karşılanan bu esnaf grubu, önceleri bazı araştırmacıların sandığı gibi sadece sarayın değil, ordunun da ok ve yay ihtiyacını karşılamaktaydılar.[2]

Dr. Ünsal Yücel’in “Türk Okçuluğu” adlı eserinde isimleri verilen yaycı ustaları arasında Yusuf Beşe yoktur[3]. Ancak Yusuf Beşe adına, menzil sahibi kemankeşler[4] arasında rastlanmaktadır. 17. yüzyılda yaşamış olduğu, yeniçeri zümresinden olup, sonra mirâhurluğa yükseltildiğinin zikredilmiş olması, bahsedilen kemankeşin bu terekede adı geçen Yusuf Beşe ile aynı kişi olduğunu göstermektedir. Yusuf Beşe, poyraz havası ile atılan İmam Menzili’nde 908 gezlik bir rekor kırarak taş diktirmiştir[5],[6]. Kayıtlardan, yaycı ustaları arasında kemankeşlikte icazet almış başkalarının da bulunduğunu biliyoruz.

Mirâhur kelimesi “mîr-i âhûr” (ahır âmiri) deyiminden bozularak zaman içinde “mirâhor” ve “imrâhor” halini alan ve “saray ahırlarının sorumlusu” anlamına gelen bir kelimedir. Mirâhurluk Osmanlı devletinde önemli bir mevki idi. Mirâhurlar, “bîrun erkânı” denilen görevlilere dahildiler. Bu erkân, sarayda yatıp kalkma mecburiyeti olmayan, Enderun dışındaki hizmet erbabıydı. Padişahın atlarının, arabalarının ve ahırlarının idaresinden sorumlu olan mirâhur, padişaha yakın ağalardan kabul edilirdi. 15. ve 17. yüzyıllar arasında Yeniçeri Ağalığı gibi çok önemli bir göreve atamalar, mirâhurlar arasından yapılırdı. Zaten isminin arkasındaki “beşe” unvanı da, yaycı Yusuf’un sıradan bir yeniçeri neferi olmadığını göstermektedir[7].

TÜRKLERDE YAYCILIK VE KOMPOZİT YAY

Osmanlı’da yay yapımı askerî ve sivil imalathanelerde sürdürülüyordu. Özellikle 17. yüzyıldan sonra popülaritesi artan menzil okçuluğu, savaş pratiği olmanın çok uzağında, katışıksız bir spor disipliniydi. Menzil okçuluğunun yanında, gerek ok meydanlarında gerek tâlimhânelerde[8] yapılan hedef okçuluğu da sivil halkın rağbet ettiği sportif etkinliklerdi. İstanbul’da, sivil spor okçuluğunun desteklediği gelişmiş bir üretim sektörü de mevcuttu.

Osmanlı yaycı ustaları, yay yapımını teknik olarak tarihte ulaşılan en üst noktaya taşımışlardır. Osmanlı okçuluğu, Asya okçuluk ekolünün devamı niteliğindedir. Okçuluk teçhizatının yapımında, kullanılan malzemeden tekniğin uygulanmasındaki titizlik ve hassasiyete varıncaya kadar ulaşılmış olan seviye, bugünün araştırmacılarına bile dudak ısırtmaktadır.

Orta Asya’daki çetin hayat şartları, bölgenin değişik etnik kökene sahip farklı diller konuşan kavimlerini yörenin iklim ve coğrafyasına uyum sağlamaya yönelik bir tür göçebe yaşam biçimi geliştirmeye yöneltmiştir. Bu yaşam biçiminde, at binmek ve ok atmak hayatta kalmanın vazgeçilmez öğeleri haline gelmiştir. Orta Asya göçebesi, çocukluk yıllarında başlayan bir eğitimle, hem mükemmel bir binici hem olağanüstü bir okçu olarak yetişiyordu. Söz konusu yaşam tarzının ortaya çıkardığı ihtiyaçlardan biri de at üzerinde ok atmayı mümkün kılacak, kısa ve kuvvetli yaylardı. Sadece ağaç kullanılarak yapılan basit ahşap yaylar, ağacın sınırlı fiziksel özellikleri sebebiyle uzun yapılmak mecburiyetindeydi. Suvarinin kısa yay gereksinimi, bileşik (kompozit) yay teknolojisi geliştirilerek karşılandı.

Orta Asya göçebe kültürü, bu silahın gelişiminde sadece kompozit yapım teknolojisini geliştirmekle kalmamış, bu dört malzemenin kombine edilmesinin sağladığı bazı avantajlardan yararlanarak, yayın enerji depolama potansiyelini artıran farklı profillerde tasarlanmasını da sağlamıştır. Asya yayları, Batılı yaylarda olmayan uçbüküm (recurve)[9]ve dışabüküm (reflex)[10] profilleri sayesinde, aynı çekiş kuvvetinde (okçunun yay kirişini belli bir mesafeye çekmek için uyguladığı kuvvet) daha fazla enerji depolayabilmektedirler. Bunun sonucunda bu yaylar, çok etkili ve uzun menzilli silahlar olmaktadır.

Resim 1: Türk yaylarını Batı’nın tek kavisli basit ahşap yaylarından ayıran önemli özelliklerden biri, yay kollarının uç kısımlarındaki bükümlerdir. Bu bükümler, kirişin takılacağı yönün tersine doğrudur (Fotoğraf: Fuat Özveri).


İslâmiyetin kabulu ile Arap alfabesinin yanı sıra İslam-Arap uygarlığının yaşam tarzını da kısmen benimseyen Türkler, okçuluğa duydukları tutkuyu 20. yüzyıl başlarına kadar korumuşlardır. Hiç şüphesiz, İslâmiyetin ok atmayı teşvik eden bir din olması[11] da bunda etkili olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda okçuluk bir savaş sanatı ve bir spor dalı olarak uygulanmış, teknik ve malzeme olarak doruk noktasına ulaşmıştır.

Bileşik yayın altında yatan fikir şudur: Yayın fonksiyon sırasında sıkışma kuvvetlerine maruz kalan karın kısmı (atış sırasında okçuya bakan yüzey), sıkışmaya ağaçtan daha mukavim bir malzeme olan boynuz ile kaplanır. Yayın gerilme kuvvetlerine maruz kalan sırtına (hedefe bakan yüzeyine) ise, gerilmeye ağaçtan daha mukavim olan sinir (tendon) döşenir. Bu iki malzemenin arasında, hem sıkışma hem gerilme kuvvetlerine mukavemet gösteren ve bir yapışma yüzeyi olarak işlev gören ahşap iskelet bulunur. Bu üç malzeme birbirine hayvan dokularından elde edilen, kollagen esaslı tutkallar ile yapıştırılır.

TEREKEDEKİ YAYCILIK İLE İLGİLİ MALZEMELER

Merhum Yusuf Beşe’nin mirasını oluşturan mallar içindeki yaylar ve yay yapımı ile ilgili olan malzeme, aşağıdaki tabloda gösterildiği gibidir:

ARAÇ ve GEREÇ MİKTARI BİÇİLEN BEDEL (akçe) ARAÇ veGEREÇ MİKTARI BİÇİLEN BEDEL (akçe)
Tatar yayı 95 kabza 7695 Tonç “bir mikdar” 45
Yây-ı Mısrî 15 kabza 200 Yaylık ağaç 15 çift 45
Sinir 377 çift 761      
Balık tutkalı 12 kıyye (15,4 kg) 360 Tepelik kemend ve sinir tarağı belirtilmemiş 160
Yaylık kemik 30 adet 660 Urgan 8 adet 46
Dövülmüş balık tutkalı belirtilmemiş 61 Hırdavât-ı kemân belirtilmemiş 42
Kara tutkal 6 kıyye 30 dirhem (7,8 kg) 219 Tutkal tası 1 adet 120
Hurda kemik belirtilmemiş 20 Kayış Kantarı 1 adet 42

Listedeki malzemenin ayrıntılarına girmeden önce, bunların daha iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla kompozit Osmanlı yayının nasıl yapıldığını ana hatlarıyla aktarmakta yarar görüyoruz.

Yayın yapılmasında ilk sırayı ahşap iskeleti oluşturacak parçaların hazırlanması alırdı. Bu altyapı, kabza ve iki yay kolunun birbirlerine yapıştırılması ile elde edilirdi. Bazen yayın uç kısımları (baş) ayrı birer parça olarak şekillendirilip, yay kollarının ucuna yapıştırılarak eklenirdi. Yayın parçalarına istenen profil, değişik büyüklük ve biçimde keserler kullanılarak verilirdi.

Üç parçalı tasarımda, iki yay kolunun uç kısımları bükülürdü. Ağacın kaynatılmasını gerektiren ve oldukça zor olan bu işlemi takiben yay kolları kabzaya yapıştırılırdı. Bu safhayı, yine oldukça zor olan bir diğer safha izlerdi: Boynuzun yapıştırılması. Osmanlı yaycıları yayın karnına yapıştırmak için manda boynuzu tercih ederlerdi. “Yay kemiği” de denilen boynuzlar, aynı hayvandan elde edilen çifti bir yaya yapıştırılarak kullanılırdı.  Listede adı “yaylık kemik” olarak geçen malzeme, miktarı 30 adet olarak verilmiş, 15 çiftten oluşuyor olması kuvvetle muhtemel manda boynuzlarıdır. Bu ihtimal, “yaylık ağaç” olarak tanımlanan malzemenin miktarının “15 çift” olarak verilmesi ile kuvvetlenmektedir. Anlaşılan usta ölümünden önce, yapımına başlayacağı 15 yay için, yay kollarını oluşturacak ağaç parçalarına kaba şeklini verip bunları çifter çifter tasnif etmiştir. Aynı yayda kullanılacak boynuzun tek bir hayvandan gelme zarureti sebebiyle, Yusuf Beşe’nin boynuzları da çiftler halinde saklıyor olması akla yakındır (belgede belirtilmemiş olsa da). Zaten yaylık ağaç ve yaylık kemik miktarları, olması gerektiği gibi, birbirine eşittir.

Listedeki “hurda kemik” boynuzun yaya uygun biçimde kesilmesinden sonra artan parçalar olmalıdır. Gerçekten de bir boynuzun yayda kullanılan kısmı, boynuzun tamamının küçük bir parçasıdır. Mahkemenin bilirkişi olarak tespit ettiği Ramazan oğlu Mehmed Ağa’nın, bu artık boynuzlar için 20 akçe fiyat biçtiği görülmektedir.  Artan parçalardan muhtemelen zihgîr[12], bıçak sapı vs. yapımında hammadde olarak yararlanılmaktaydı.

Boynuzun ahşap iskelete çok iyi yapışması, yay fonksiyondayken maruz kalacağı sıkışma kuvvetlerine, ağaçla tek parçaymışcasına mukavemet göstermesi için gereklidir. Bu amaçla, bu iki malzemenin yapışma yüzeyini artırmak için, her ikisinin yüzeyine boylu boyunca, birbirine paralel oluklar açılırdı. “Taşin” adı verilen, testere gibi dişleri olan demir bir âletle yapılan bu işleme “taşin çekmek” denirdi.

Resim 2 ve 3: Yayın karnına boynuz laminanın yapıştırılmasında, hem boynuz hem ahşap yüzeye “taşin olukları” açılarak yapışma yüzeyi artırılır (Yay: S. Cem Dönmez, Fotoğraf: Fuat Özveri).

Ahşap çekirdek ve boynuz birbirine yapıştırılınca, sımsıkı sarılarak bağlanmaları gerekirdi. Kullanılan organik tutkalların zaaflarında biri kuruma sürelerinin uzun olmasıydı ve bu süre zarfında, yapıştırılan iki yüzeyin birbirinden ayrılmaması gerekiyordu. Bu amaçla kalın bir ip, yayın etrafına sık aralıklarla ve tencek adı verilen ahşap bir âlet yardımıyla sımsıkı sarılırdı. Listede “urgan” kelimesi ile yer alan ipin kullanılma amacı şüphesiz buydu. Yay yapımının başka hiç bir aşamasında, bu kadar kalın bir ipe ihtiyaç yoktur.

Boynuzu yapıştırılan ve kuruyan yay, artık sırtına sinir döşenmeye hazırdır. Bu amaçla öküzlerin bacaklarından elde edilen tendonlar kurutulur, mermer havanda şimşir tokmak ile dövülerek liflendirilir, sonra demirden özel bir tarak ile taranarak lifler birbirinden ayrılırdı. Büyük sabır isteyen ve çok zaman alan bu işlemde kullanılan demir dişli âlet “sinir tarağı” diye adlandırılırdı. Sinir tarağı listede “tepelik kemend”le bir arada yer almaktadır. Tepelik, aşağıda daha ayrıntılı anlatılacağı gibi, yay yapımının sonraki aşamalarında kullanılan ve yay kollarına bağlanan masif ahşap kalıplardır. “Tepelik kemend” bu bağlama işleminde kullanılan ip olmalıdır. Mamafih, “kemend” boş yayı kurup kirişini takmakta kullanılan kayışlara da verilen ad olduğundan, “tepelik kemend” sözcüklerinin bir kemend tipini tanımlıyor olma ihtimalini de göz ardı etmemek gerekir.

Resim 4: Kullanılacak sinir (tendon) miktarı tartılarak belirlenir ve yayın sırtına döşenir (Yay ve fotoğraf: S. Cem Dönmez).

Sinir döşenmesi, ısıtılarak ayçiçeği yağı kıvamına getirilmiş tutkala bandırılan liflerin yayın sırtına yapıştırılması işlemidir. Türk yaylarında genellikle iki kat sinir döşenir. İlk kat yerleştirildikten sonra kuruma için bir süre beklenmelidir. Kullanılan tutkallar ortamın neminden çok etkilendikleri için, kuruma süreleri coğrafî konum ve iklim şartlarına göre değişebilmektedir. Sinirin döşenmesi bitince, yay kurumaya bırakılır. Birkaç haftada yay, büzülen sinirin yayın uçlarını çekmesiyle halka biçimini alır. Bu süreç, Türk yayının meşhur dışabükümüne ulaşma sürecidir. Yaycı, yayın uçlarını birbirine ve bunları da kabzaya bağlar, dışabükümü yönlendirir ve artırır.

Resim 5: Topkapı Sarayı Müzesi koleksiyonundaki bir yay halkası (Fotoğraf: Adam Karpowicz)

İstanbul’daki yaycı ustaları yayı halka halinde yaklaşık 1 yıl bekletilirlerdi. Kuruma için gerekli olan bu sürenin sonunda, yayın halkası açılır, yay kollarına istenen şekil verilir ve yayın kirişi  (çilesi) takılırdı. Yayın hafif bir ateşte yavaş yavaş ısıtılmasıyla yapılan ve haftalarca süren bu süreçte, yaycı başlıca iki araç kullanırdı:  Tepelik ve asâ gezi. Tepelik, yayın kollarına bağlanan, bir tarafı düz, diğer tarafı dışbükey, yassı, masif ahşap bir kalıptır. Yay halkasının alıştırılarak yavaş ve kontrollü bir şekilde açılmasını sağlar. Asâ gezi, üzerine belli aralıklarla kertikler açılmış uzun bir sopadan ibarettir. Tepelik yardımı ile kirişi takılacak kadar açılan yay bunun üzerine oturtulur, kiriş en uçtaki kertikten başlanarak aşama aşama çekilir. Her kertikte yay kollarında düzeltmeler yapılır ve bu yöntem ile yay kirişinin istenen mesafeye kadar çekilmesi gerçekleşir. Yaycı Yusuf’un mirası içinde yer alan “tepelik kemend”, tepeliğin yaya bağlanması için kullanılabilecek evsafta ip olmalıdır. Kement, kemer ya da banta benzer bir aracı tanımlıyor olmalıdır. 1937 yılında Atatürk’ün emriyle kemankeş ailelerinden gelen bir kaç kişi tarafından kurulan ve 1939’da kapanan Okspor’dan kalan bir albümdeki fotoğrafta tepeliğin yaya deri olması muhtemel bir bantla bağlanışını gösteren bir fotoğraf mevcuttur.

Resim 6: Yay halkasının açılmasında asâ gezi aşaması (Yay ve fotoğraf: S. Cem Dönmez).

Yayın kirişi, ham ipekten imal edilirdi. Kiriş çok sayıda liften meydana geldiği için, Osmanlılar tarafından “çile” diye isimlendirilirdi. Çile, yayın ucundaki kertiklere (tonç kertiği) “tonç” denilen luplar vasıtasıyla geçirilirdi. Tonçlar, tonç düğümü denilen özel bir düğümle çileye bağlanırdı. Listede miktarı “bir mikdar” şeklinde verilen tonç, kirişin uç kısmına bağlanacak olan luplar olmalıdır.

Yay yapımında yapıştırma işlemleri, yukarıda sözü edilen organik tutkallar ile yapılırdı. Bu tutkallar, değişik oranda karıştırılarak ya da tek başlarına, yayın muhtelif yerlerinde kullanılırdı. Bu tutkallardan biri, hayvanların tendonlarından elde edilirdi. Balık tutkalı olarak bilinen bir diğeri, “Mersin Morinası[13] adlı balığın hava kesesi ve damak mukozası kaynatılarak yapılmaktaydı. Bu tutkal, sözü edilen balığın ender bulunması ve her balıktan elde edilen dokuların az olması sebebiyle pahalı bir malzemeydi. Bu tutkallar, yayın ahşap kısmını oluşturan üç veya beş parçayı birbirine yapıştırmakta, boynuzu ahşap iskelete yapıştırmakta, dövülerek lifler haline getirilmiş siniri yayın sırtına yapıştırmakta kullanılmaktaydı.

Balık tutkalının elde edilmesi için, balığın söz konusu dokuları kaynatılır, jel haline gelince güneşe serilerek kurutulurdu. Tutkal bu halde çok uzun süre saklanabilirdi. Kullanılacağı zaman, bir tas içinde Ben Mari usulü ile ısıtılır ve akışkan hale getirilirdi. Yusuf Beşe’nin mirasındaki balık tutkalı, hem dövülmüş (muhtemelen küçük partiküller haline getirilmiş)  hem kullanılmaya hazır halde –muhtemelen sıvı veya akışkan jel kıvamında- bulunmaktadır. Dövülmüş balık tutkalının miktarı belirtilmemiştir. Hazır vaziyetteki tutkal için verilen miktar ise 12 kıyye (15,4 kg)’ dir ve bedeli 360 akçe olarak kaydedilmiştir. Balık tutkalının o dönemde de ithal edildiği ve sinirden elde edilen tutkallara göre çok daha pahalı olduğu bilinmektedir. Pahalı bir yapıştırıcı olan balık tutkalı, yayın belli yerlerinde ve sinir tutkalıyla belli oranlarda karıştırılarak kullanılırdı. Bu sebeple bir yay yapımı için kullanılan balık tutkalı 150 gramdan fazla değildir. Kaba bir hesapla, bu miktarda balık tutkalı 100 yayın yapımı için yeterlidir. Kullanılan doğal malzemelerin kuruması için gereken süre de göz önüne alındığında, bir kompozit yayın yapılması 1 ila 3 yıl sürüyordu. Bir yaycının hayatı boyunca yapabileceği yay sayısı bu sebeple sınırlıydı.

Resim 7: Mersin morinasının hava kesesinden elde edilmiş balık tutkalı (Tutkal ve fotoğraf: S. Cem Dönmez).
Listede adı geçen bir diğer tutkal ise, “kara tutkal”dır. Söz konusu tutkalın ne olabileceği, fiyatı incelenerek de tahmin edilebilir. İthal edildiğini ve fiyatının yüksek olduğunu bildiğimiz balık tutkalıyla karşılaştırıldığında, bu tutkalın ondan daha pahalı olduğu görülmektedir. Şurası açıktır ki, söz konusu tutkal yay yapımında çok küçük miktarlarda kullanılmaktaydı. Tutkal benzeri malzemelerin yay yapımının başka hangi aşamalarında kullanıldığı sorusu, bizi sonuca yaklaştıracaktır.

Kompozit yayların önemli zaaflarından biri, yay sırtını kaplayan sinirin nemden ve sıcaklık değişikliklerinden etkilenmesidir. Bunun önlenmesi için, sinir yüzeyi huş ağacı kabuğu veya deriyle kaplanır. Deri, “sandalos revgânı” denilen bir tür cilâ ile kaplanarak korunur. Cilânın veya vernik benzeri koruyucu maddelerin, bazen sinirin üzerine doğrudan tatbik edildiği de olur.

Bu bilgiler ışığında yukarıdaki akıl yürütmeyi sürdürürsek, “kara” sıfatının koyu renkli ve koyu kıvamlı bir malzemeyi tanımlayabileceği, bu maddenin sinirin veya derinin üzerine tatbik edilen bir tür doğal reçine olabileceği sonucuna varabiliriz. Bitkisel esaslı, koyu renkli böyle bir reçinenin, doğada küçük miktarlarda bulunması, belki de ithal ediliyor olması sebebiyle pahalı olması son derece akla yakındır.

TEREKEDEKİ YAYLAR

Mahkeme kararında, Yusuf Beşe’nin atelyesinde bulunan tamamlanmış yaylar  “tatar yayı” ve “yây-ı Mısrî” olarak geçmektedir. Bu da Yusuf Beşe’nin iki tip yay yaptığını göstermektedir.

Tatar yayı bugün kundaklı yaylar[14] için kullanılan bir tabirdir. Osmanlılar bu tabiri hem kundaklı yay hem Kırım Tatarlarının kullandığı yay için kullanmışlardır. Kundaklı yay Osmanlı ordusunda ya hiç yer almamış ya da çok kısıtlı bir kullanım alanı bulmuştur. Burada bahsi geçen “tatar yayı”, şüphesiz Kırım Tatarlarının kullandığı yaydır. Kırım Tatarları, 16. yüzyıla kadar Osmanlı ordusunun öncü birliklerini oluşturan akıncıların yerine, atlı hafif süvari olarak istihdam edilmeye başlanmışlardır. Bu savaşçılar Orta Asya’dan gelen ve atlı okçuluk tekniklerini temel alan vur-kaç tarzı muharebede ustalaşmışlardı. Kullandıkları yaylar, bugün “Türk yayı” diye tanımlanan yaylardan bazı morfolojik farklılıklarla ayrılır. Tatar yayı da ağaç, sinir ve boynuzdan oluşan kompozit bir yaydır. Genellikle Türk yayına göre daha uzundur[15]. Yay kollarının dışabükümü, Tatar yaylarında hemen kabza bitiminde başlar. Tarih sahnesine Moğol yaylarıyla çıkan “kiriş köprüleri”, Tatar yaylarını Türk yaylarından ayıran bir diğer özelliktir

Resim 8: Kırım Tatarlarının yayları kabza formları, kabzalarından başlayan dışabükümleri ve kasan bitimindeki kiriş köprüleri ile Türk yaylarından ayrılırlar (Topkapı Sarayı Müzesi-Fotoğraf: Metin Ataş).

Resim 9: Bugün yabancı literatürde “Türk yayı “ olarak sınıflandırılan yay, Kırım Tatar yayından daha kısadır ve kiriş köprüleri yoktur. Tatar yaylarının dışabükümü, kabzadan itibaren belirgin şekilde başlar (Yay: S. Cem Dönmez. Fotoğraf: Fuat Özveri).

Yusuf Beşe’nin mirası hakkındaki bu belge, Kırım Tatarlarının yaylarının İstanbul’da yapıldığına dair başka bazı kaynakları teyid eder niteliktedir. Bu belgenin otantik Türk ok atış tekniği üzerine yapılan araştırmalara ışık tutan bir yönü de vardır. Tatar yayları, Türk yaylarına göre daha uzun çekişlerle kullanılırlar ve tabi Tatar okları da Türk oklarından uzundur. Türk yaylarında çekişin kısa olduğunun kesin kanıtı olarak müze koleksiyonlarında yer alan oklar, bazı eski belgelerde tanımlanan daha uzun çekişleri açıklamakta yetersiz kalmaktadır[16]. Tatar yaylarının İstanbul’da üretiliyor olması, Kırım Hanı’nın savaşçıları dışında da asker veya sivil kullanıcıları olabileceği fikrini desteklemektedir.

Aslında bugünkü Türk yayı ve Tatar yayı ayrımı, Tatarların Osmanlı ordusunun bir parçası oldukları göz önüne alındığında, tartışılabilir hale gelmektedir. Kanaatimizce, her iki tip yay da “Osmanlı yayı” etiketi altında biraraya getirilebilir.

Yay-ı Mısrî (Mısır yayı) belgede adı geçen diğer yay türüdür. Eskitürkçe kaynaklar, zamanının bilinen yaylarından bahsetmektedir. Mesela, “Acem (İran) yayı” ve “Arap yayı” gibi, yine kompozit yapıdaki yaylar çeşitli vesilelerle yazılı kaynaklarda yer almaktadır. Acem yayı, Türk yayına çok benzeyen bir yaydır. Kayda değer iki fark, yayın karnına yapıştırılan boynuzun tek bir lamina yerine yan yana dizilen ince şeritlerden oluşması ve yay kollarının Türk yayınınkinden daha geniş olmasıdır. Arap yayı ise bir kompozit yay olmakla beraber, gerek yay kollarının profili gerekse kabza formu bakımından oldukça farklıdır. Bu yaylarda, Türk ve İran yayları için tipik olan uçbükümler ve dışabükümlü profil yoktur. Yay kuruluyken tek bir kavis meydana getirir.

Yusuf Beşe’nin yaptığı “Mısır yayı” nın ne olduğunu anlamak için, Osmanlı’nın “Mısır” diye nitelendirdiği topraklara gidip, Memlûkların okçuluk kültürüne göz atmak gerekmektedir. Memlûk Kıpçakçası ile 14. yüzyılda yazılmış Kitab fî ilm-in nüşşâb[17] gibi okçuluk ile ilgili eserlerde, kökleri Orta Asya’ya uzanan ve Osmanlı’da devam eden bir okçuluk ekolü ile karşılaşılmaktadır. Kitapta tarif edilen yay sinir, ahşap, boynuz ve tutkaldan oluşan kompozit yaydır. Memlûk savaş teknikleri ve silahlarıyla ilgili ayrıntılı araştırmalar[18], Memlûk Mısır’ında el-Fârisiyye denilen kompozit yaylar ve el-Arabiyye denilen basit ahşap yaylar kullanılmış olduğunu belgeler. Buradaki “Arap tipi yay”, yukarıda adı geçen ve Topkapı Sarayı Müzesi’nde de örnekleri bulunan[19], kompozit yapıdaki Arap yaylarından değildir. Görünen odur ki, kompozit yay Mısır’a önce köle olarak orduda yer alan, sonra ülke yönetimini ele geçiren Türk savaşçılar tarafından getirilmiştir. Mısır’ın firavunlar döneminde de kompozit yaylar kullanılmıştır (Tuthankhamun’un mezarından çıkan yay buluntuları ve birçok başka rölyefte görülen örnekler). Ancak o dönemin Arapları büyük ihtimalle bu teknolojiye yabancıydılar. İslamiyet öncesinde ve erken İslam döneminde Arapların tek kavisli (uçbükümleri olmayan) basit ahşap yaylar kullandıkları bilinmektedir[20]. Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki Kutsal Emanetler arasında yer alan ve Hz. Muhammed’e ait olduğuna inanılan yay da böyle bir yaydır. Sonraki yıllarda, bu profil ve kabza formuna sadık kalınarak kompozit yaylar yapıldığı, yukarıda da bahsedildiği üzere, mevcut örneklerden anlaşılmaktadır.

Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Mısır’ı ele geçirmesinden sonra, içlerinde yaycı ve okçuların da bulunduğu zanaatkârlardan İstanbul’a getirilenler olduğu, hattâ Osmanlı kompozit yay yapımının Mısırlı ustalardan etkilendiği bilinmektedir. Basit ahşap yay yapımı hakkında bilgi, İstanbul’a bu vesileyle de gelmiş olabilir.

Basit ahşap yaylar, sadece ahşaptan yapılan tek parça yaylardır. Bu yayların, yayın gelişimi sürecinde bir merhale oldukları kesindir, ancak özellikle Orta Asya ve Mezopotamya’da M.Ö. 2300’lerde yerini kompozit yay teknolojisine bırakmaya başlamıştır. Bunun en önemli sebebi, ata binmenin ve avcılığın bir yaşam tarzı olduğu göçebe hayatında, at üzerinde kullanılabilecek kısa ve kuvvetli yaylara duyulan ihtiyaçtır. Batı’da basit ahşap yaylar, ateşli silahların icat edilip kullanılmaya başlanmasına kadar savaş alanlarındaki varlığını sürdürmüştür. Basit ahşap yayların en meşhur örneği, Yüzyıl Savaşları’na damgasını vuran ve Robin Hood filmleriyle bütün dünyada tanınan “İngiliz Uzun Yayı”dır. Basit ahşap yaylar, uygun fiziksel özellikleri haiz ağaçların yetiştiği coğrafyalarda yapılmış ve özellikle savunmaya dayalı savaş stratejilerinde değerlerini ispatlamışlardır. Kompozit yaylar ise, at üzerinde vur-kaç tarzı saldırıları temel alan savaş stratejilerinin silahı olmuştur.

Basit ahşap yayları değerli kılan, yapımının kolay ve ucuz olmasıdır. Boynuz ve sinirin hammadde ve işçilik maliyetleri olmadığı gibi, yapımları için harcanan süre ve emek kompozit yaylarınkine göre çok daha azdır. Bir basit ahşap yayı bir gün içinde bitirmek mümkündür (Ancak, ağacın kesilmesinden sonra en az 6 ay dinlendirilmesi gereğini unutmamak gerekir).

Resim 10: İngiliz Uzun Yayı için “basit ahşap yayların Rolls Royce’udur” denebilir. Fiziksel özellikleri yay yapımına çok uygun olan porsuk ağacından (Taxus Bacata) yapılan bu yay, ardında kompozit yayın ardındaki mühendislik dehası olmasa da son derece etkili bir silahtır. En büyük avantajları ise yapımının nispeten kolay ve hesaplı, yapım süresinin kısa olmasıdır (Fotoğraf: Steve Stratton).
Tutanaktaki “Mısır yayı” nın, Memlûkların “el-Arabiyye” dedikleri bir tür basit ahşap yay olması kuvvetle muhtemeldir. Osmanlılarda basit ahşap yaylar kullanılıp kullanılmadığına dair bilgimiz yoktur, ama kullanılmış olması ihtimal dahilindedir. Eğer kullanıldıysalar, basit ahşap yaylar en az iki yerde kullanım alanı bulmuş olmalıdırlar. Bunlardan biri tâlimhaneler olabilir. Osmanlıda okçuluğun halk arasında çok yaygın olduğu ve “tâlimhane” denilen özel poligonlarda para karşılığı ok atılabildiği bilinmektedir[21]. Birer ticarî işletme olan tâlimhanelerde, “tâlimhane yayı” denilen “daha uzun boylu” yaylar kullanılmaktaydı. Basit ahşap yaylar, kompozit yaylar kadar kısa yapılamazlar, çünkü enerji depolama kapasitelerin ağacın fiziksel özellikleriyle sınırlıdır. Eğer Osmanlı yaycıları basit ahşap yay da üretiyorlar idiyse, tâlimhanelerde daha hesaplı –ve daha uzun- olan basit ahşap yayların kullanılmış olması akla yakındır.

Basit ahşap yayların ikinci kullanım alanı avcılık olabilir. Osmanlı döneminde avcılığın nasıl yapıldığı hakkındaki belgeler, ordunun ve saray erkânının nasıl avlandığına dairdir. Cengiz Han’dan beri askerî tatbikat olarak yapılan avcılık, haftalarca sürebilen bir sürek avında hayvanların büyük bir açıklıkta toplanarak çevrilmesi, sonra atlı avcıların bu çembere girerek hayvanları yay, kılıç, gürz gibi silahlar kullanarak öldürmeleri esasına dayanıyordu. Bu vesileyle savaşçı-avcı, muharebe becerilerini sınıyor ve geliştiriyordu. Oysa ata binmenin bir ayrıcalık olduğu İstanbul ve çevresinde sıradan halkın nasıl avlandığına dair bilgimiz yoktur. Şüphesiz tuzak kurarak veya yırtıcı kuşlarla da avcılık yapılmaktaydı; ama özellikle büyük hayvan avında yay kullanılmış olması gerekir. Sivil halk eğer avda ok ve yay kullanıyor idiyse, bunların kompozit yaylardan daha hesaplı ve kolay elde edilen yaylar olması mantıklıdır. Avlanma için gereken yaylar, savaş yaylarından çok daha düşük çekiş kuvvetlerinde üretilir ve düşük maliyetleri sebebiyle nispeten kolay edinilebilirdi.

Osmanlı’da sivil halkın nasıl avlandığı tarihçilerin araştırmasına açık, bâkir bir konudur. Tutanakta verilen fiyatlardan, tatar yayının tanesine 81 akçe, buna mukabil Mısır yayının tanesine yaklaşık 13 akçe bedel biçildiği görülmektedir. Bundan da anlaşılacağı üzere, “yay-ı Mısrî” yapım maliyetleri düşük bir yay tipi, büyük olasılıkla bir tür basit ahşap yay olmalıdır.

Yaycı Yusuf’un yapacağı kompozit yaylar için tasnif etmiş olduğu 30 adet “yaylık kemik” ve sayıca bununla eşleşen “15 çift yaylık ağaç” dışında, basit ahşap yay yapımında kullanılacak bir hammadde tutanakta yer almamaktadır. Bunun sebebi, basit ahşap yay yapımında kullanılan ahşabın tam ağaç gövdesi veya gövdenin uzunlamasına dörde yarılmasıyla elde edilen parçalar halinde olması ve bunların fazla yer kaplaması olabilir. Gerekli olan ağaç gövdeleri belki bu sebeple başka bir mekânda tutuluyordu. Diğer ihtimal, Yusuf Beşe’nin basit ahşap yayları Mısır’dan (veya başka bir yerden) alıp satıyor olabileceğidir. Bu tutanağın tutulduğu tarih olan 1705’de, Mısır’da basit ahşap yay yapımının sürdürülüp sürdürülmediği veya Mısır’dan İstanbul’a gelen ticarî mallar arasında yay olup olmadığı gibi konular üzerinde yapılacak araştırmalar, bu ihtimali aydınlatacaktır.

Yaycılık ile ilgili olduğunu düşündüğümüz son gereç “kayış kantarı”dır. Bu isim kantarın nasıl bir şekle sahip olduğu ve ne amaçla kullanıldığı konusunda fikir vermese de, tahminimiz bir yaycı atelyesindeki kantarın yayların çekiş kuvvetini ölçmek için kullanılmış olabileceğidir. Osmanlı’da yaylar “dirhem” cinsinden ölçülen fizikî ağırlıklarına göre tasnif edilirlerdi, ama Araplarda ve Çinlilerde, tıpkı bugünkü gibi yayın çekiş kuvvetinin ölçüldüğü bilinmektedir. Bu ölçüm, yay kirişinin belli bir mesafeye çekilmesi için ne kadar bir kuvvet gerektiğinin belirlenmesine yarar. Kayış kantarının bu amaçla kullanılmış olması kuvvetle muhtemeldir.


[1] Tarihimizde kölelerin ve devşirmelerin baba adı daima “Abdullah” (Allah’ın kulu) olarak kaydedilir. 

[2] Yücel Ü., Türk Okçuluğu, 1999.

[3] Yücel Ü., A.g.e.

[4]Kemankeş” kelimesi, Farsça “keman” (yay) ve “keş” (çeken) kelimlerinden meydana gelen bir bileşik kelime olup “ok atan kişi, okçu” anlamına gelir. Osmanlı sivil okçuluğunun sistematik olarak öğretildiği Atıcılar Tekkesi’nde, bir pîr gözetiminde eğitimini tamamlayan tâlip (kabza tâlibi), 900 gez (594 m) mesafeye ok atarak icazet almaya (kabza almaya) hak kazanır ve Tekke Sicil Defteri’ne kaydı yapılarak “defterli kemankeş” olurdu. Bundan sonra, belli bir menzilde (atış doğrultusu) kayda değer bir mesafeye ok düşürerek “menzil almaya” çalışırdı. Rekor mesafeler, dikilen bir menzil taşı ile belgelenir ve tescil edilirdi. Ayrıntılı bilgi için bkz. Acar Ş., İstanbul’un Son Nişan Taşları, 2006.

[5] Mustafa Kânî bin Muhammed, Telhis-i Resâil-i Rumât, 1847. Sayfa 257’de şöyle denilmektedir: “Der  zikr-i Menzil-i İmam bâ-bâd-ı yıldız poyrazı (Yıldız poyrazı rüzgârıylaİmam Menzili’nde başlığı altında)…bundan sonra mirâhur nâm Yusuf Ağa ana taşının 32 gez şast tarafından üçüncü taşdan 44,5 gez aşırı atıp 908 gez menzile nasb-ı nişan etmiş…”

[6] Yücel Ü, A.g.e.

[7] Beşe unvanı Osmanlıda paşa unvanının alt türü olarak kabul edilmektedir. “Beşe”nin lügat karşılığı “büyük erkek evlat” olup 13.-14.yüzyıl Türkçesinde “başkan”, “emir” anlamlarında kullanıldığı bilinmektedir. İstanbul mezar taşları üzerine araştırma yapan uzmanlar, Yeniçerilerin üst düzey komutanlarının mezar taşlarında Beşe unvanlı olanlarına  rastladıklarını belirtmektedirler. Kelimenin “baş ağa” dan bozularak gelmiş olma ihtimâli de vardır.

[8] Talimhâneler, belli bir ücret karşılığında ok atılan, bugünkü atış poligonlarına benzer ticarî işletmelerdi.

[9] Asya tipi yayların uç kısımları, kirişin takılacağı yönün tersine doğru büküktür. Bu tasarım, yayın başlangıç çekiş kuvvetini arttırarak, aynı çekiş kuvveti ve çekiş mesafesinde yayın düz kollu yaylara göre daha fazla enerji depolamasını sağlar. Modern spor yaylarının yapımında da bu tasarım alınmıştır ve halen kullanılmaktadır. Bu tabirin “Batılı” bir tabir olduğunu, Asyalı atlı okçularla karşılaşan Batılıların, kendilerinin düz kollu basit ahşap yaylarından yola çıkarak bu isimlendirmeyi yaptığı unutulmamalıdır.

[10] Yayın kurulmamış halinde, kabza ile yay kollarının aynı eksen üzerinde olmayıp, yay kollarının kirişin takılacağı yönün tersine doğru kıvrılmış olmasıdır. Bu tasarım, yayın öngerimini artırarak, aynı çekiş kuvveti ve çekiş mesafesinde daha fazla enerji depolamasını sağlar. Hafif bir dışabüküm, yay ısıtılarak veya buhar ile muamele edilerek de elde edilebilirken, Türk yaylarında çok belirgin olan bu profil, sırta döşenen sinirin kuruyup büzülmesiyle ortaya çıkar.

[11] Kur’an’da Enfal Sûresi’nde okçuluk idmanının teşvik edilmesinin yanında, Hz. Muhammed’in okçuluk hakkında 40 kadar hadisi vardır.

[12] Asya-Türk okçuluğunda yayın kirişi başparmağa takılan bir yüzük yardımıyla çekilir. “Zihgîr” veya ”şast” denilen bu yüzüğün yapımında yararlanılan çeşitli malzemenin içinde boynuz da vardır.

[13] Klopsteg  bu balık için “Danube sturgeon”, Yücel “Mersin morinası” adlarını kullanmaktadır. Bunlardan birincisinin bilimsel adı “Acipencer Gueldenstaedtii”, ikincisinin ise “Huso Huso” dur. Bu iki balık tamamen farklı iki tür olmakla beraber, her ikisinin de tutkal yapımında kullanıldığı bilinmektedir. İşin kötüsü, Türkçe bilimsel terminolojideki karışıklık, “Mersin morinası” ile aslında hangi balığın ifade edildiğini anlamayı olanaksızlaştırmaktadır.

[14] Kundaklı yay: Ayak yayı, zemberek, arbalet isimleri ile de bilinir. Bu silah, genellikle ahşap bir kundak üzerine monte edilmiş çok kuvvetli ve kısa bir yay ile bu yayın kirişini tutup boşaltacak bir tetik mekanizmasını haizdir. Kısa ve kalın ok kullanır.

[15] Daha kısa, boyu Türk yayına yakın Tatar yayları da vardır.

[16] Özveri M., Okçuluk Hakkında Merak Ettiğiniz Her Şey, 2005.

[17] Öztopçu K., Kitab fi’ ilm annüşşâb, 2002.

[18] Çetin A., Memlûk Devleti’nde Askerî Teşkilât, 2007.

[19] Yücel Ü., A.g.e.

[20] Koppedrayer K., Kay’s Thumbring Book, 2002.

[21] Yücel Ü., A.g.e

Yazarlar değerli katkıları için Talip Mert, Adam Karpowicz, S. Cem Dönmez, Fuat Özveri, Metin Ataş ve Steve Stratton’a teşekkür ederler.