Türk Geleneksel Okçuluğunun Kısa Tarihi




Türk Geleneksel Okçuluğunun Kısa Tarihi

Türk geleneksel okçuluğu, kronolojik ve kültürel açıdan üç safhada incelenebilir: İslâmiyet öncesi dönem, Erken İslâmiyet dönemi ve İslâmiyet sonrası dönem.

İslâmiyet öncesi Türk okçuluğu

Türklerin okçuluk tarihi, kökleri Orta Asya’nın ortak kültürüne kadar uzanan bir tarihtir. Tarihçilerin etnik bir sınıflama yapmakta zorlandıkları ve kavimlerin izlerini ancak konuştukları dillerin dahil olduğu aileye dayanarak sürdükleri bir dönem ve coğrafyadır bu. Bu kısıtlı metodolojiyle, kavimler genellikle savaş liderlerinin etnik kimliğiyle tanımlanırlar. Buna iyi bir örnek, onbinlerce kişilik ordularıyla Avrupa içlerine ilerleyen Cengiz Han’ın ve kurduğu imparatorluğun “Moğol” olarak nitelendirilmesidir. Moğolistan nüfusunun bugün bile ancak 3,5 milyon civarında oldu düşünülürse, Büyük Moğol İmparatorluğu’nda Orta Asya’nın diğer etnik grupların -bu arada Türklerin de- bulunduğu su götürmez bir gerçektir.

Dil, yaşam tarzı, din gibi öğeler kültürü oluşturur. İşte Türk okçuluğu, Türkçe ve başka diller konuşan, şüphesiz farklı etnik kimliklere sahip Orta Asya halklarının bu ortak kültürü içinde şekillenir. Hattâ, Gumilöv gibi tarihçilerin Çin kaynaklarına dayanarak ileri sürdükleri savlara göre, Türkler önceleri mızraklı suvarileriyle savaş alanlarında sivrilirler. Persler ise, atlı okçularıyla Çin ülkesinin korkulu rüyası olurlar. Orhun Yazıtları incelendiğinde, ok-yay kelimelerinin çok az, buna mukabil mızrak gibi dürtücü bir silah olması muhtemel “süng” kelimesinin çokça kullanılması, ok ve yayın arkaik Türklerin erken dönemlerinde çok popüler silahlar olmayabileceğini düşündürmektedir. Ancak bu durum, zaman içinde değişecek, at üzerinde geriye doğru yapılan ok atışının en iyi ve en ünlü uygulayıcıları Türkler olacaktır. Bu teknik, sahte geri çekilme taktiğiyle kombine uygulanarak, tarih boyunca bir çok zaferin kazanılmasında kilit rol oynayacaktır. Hattâ Türk kahramanları (tarkanlar) içinde başlıklarına şahin tüyü takma hakkı, ancak bu tarz atışı layıkıyla yapabilenlere verilecektir. Oysa at üzerinde geriye dönerek yapılan atış, bugün uluslararası literatüre “Part Atışı”adıyla geçmiştir. Bu atış tekniğinin isim babaları, Orta Asya’da M.Ö. 1. yüzyılda yaşamış olan ve Hint-Avrupa dili konuşan Partlardır.

İslâmiyet öncesi Türk okçuluyla ilgili bilgi ve belge oldukça sınırlıdır. Yine de, Orta Asya’nın diğer “okçu milletleri” ne mahsus resim, heykel ve kabartmalar, hattâ destan ve masallar, konuyla ilgili araştırmalara ışık tutabilmektedir.

Erken İslâm dönemi Türk Okçuluğu

Osmanlı’yı tenzih ederek söylemek gerekir ki, atalarımız yazılı kaynak bırakmak konusunda pek de istekli davranmamışlardır. Öyle ki, Selçuklu Devleti’nin tarihindeki 150 yıl, ancak Bizans kaynaklarındaki bilgilerle çözümlenebilmektedir. İş Selçukluların okçuluk kültürüne geldiğinde, erken Haçlı ordularının raporları da işe yarar bilgiler sunmaktadır. Bu raporlarda, Haçlıların 3 saate varan kesintisiz ok yağmuruna maruz kaldıkları bildirilmektedir, ki bu da Selçukluların ok ve yayı savaşlarda geniş çaplı kullandıklarını ispatlamaktadır. Selçuklu savaşçılarının büyük ordulara geriden ve kanatlardan saldırarak verdikleri zarar düşmanın küçülüp zayıflamasına sebep oluyordu. Zayıflamış düşman ordusuyla yapılan meydan savaşında da, yukarda bahsedilmiş olan sahte geri çekilme taktiği uygulanıyordu. Bu şekilde düşman kendisinden kaçtığını sandığı okçu suvari tarafından vuruluyor, sonra da etrafı sarılarak yok ediliyordu.

Türklerin İslâmiyete geçişi, 8.-10. yüzyılları kapsayan, uzun ve kimi zaman sancılı bir süreçtir. Resmî tarih yazımının iddiaları aksine, bütün Türk ve Türkî kavimler bu yeni dini severek ve isteyerek benimsememişlerdir. İslâmın kabulünde, İslâm-Arap ordularıyla yapılan savaşlar ve Türklerin bu ordularda paralı asker olarak istihdam edilmeleri gibi askerî vesileler olduğu gibi; Maveraünnehir’de oluşan sınır tampon bölgesindeki karşılıklı kültürel ve ticarî ilişkiler de rol oynamıştır. İslâmiyetin kuzeye doğru yayılışı sırasında, fethedilen toprakların kültüründen etkilenerek zenginleşmiş ve büyük olasılıkla savaşçı kültürü içinde şekillenerek liberal formlara dönüşmüştür. Göçebe Orta Asya kavimlerinin karşılaştıkları bu heterodoks formlar, ihtimaldir ki bu yeni dinin Türkler tarafından kabulünü hızlandırmıştır. Anadolu’da tasavvufî ekoller olarak filizlenecek olan bu heterodoks yorumlar, Osmanlı’da spor olarak kurumlaşacak olan okçuluğun kurumsal ve felsefî altyapısını da oluşturacaktır.

Erken İslâm dönemine ilişkin yararlanılacak kaynaklar arasında halk edebiyatı ürünleri de vardır ve bunlardan en önemlisi “Dede Korkut Kitabı” dır. Yazıya M.S. 12. yy’da geçirildiği düşünülen ama kökleri çok daha eskilere dayanan bir kültürün izlerini taşıyan bu epik hikayeler topluluğu, ok-yayın silah, spor aracı ve fetiş olarak kullanılmasına dair bir çok bilgi içermektedir. Kitapta bahsedilen ok-yayla ilgili ilginç geleneklerden biri, yeni evlenen çiftin gerdek çadırının, damadın attığı bir okun düştüğü yere kurulmasıdır. Eski Sovyetler Birliği’nde Türkoloji, Arkeoloji ve Antropoloji gibi dallarda uzmanlaşmış bilim adamlarının yaptıkları araştırmalarda da, ok ve yayın sembolik kullanımının günümüze kadar uzanan örnekleri ortaya çıkarılmıştır.

Ok-yayın av ve savaşta değerli bir silah olarak kullanılmasını yanında, siyâsî ve dinî sembol olarak da kullanıldığı bilinmektedir. Selçuklu sultanları fetihnâmelerde ok-yay tasvirlerini hükümranlık simgesi olarak kullanmışlardır. Ok, bir çağrı aracı olarak kullanılmış, askerî ve siyâsî ittifaklarda metbû olandan tâbi olana çağrı sembolü ve hiyerarşik mutâbakat olarak ok gönderilmiştir.

İslâmiyet sonrası Türk Okçuluğu

Küçük bir beylikten bir dünya imparatorluğuna dönüşen Osmanlı Devleti, özellikle Fatih Sultan Mehmed döneminde dikkatlice organize edilmiş kurumsal bir yapıya kavuştu. Okçuluğun kurumlaşması da bu padişah zamanında başlamıştır. İstanbul’un fethinden sonra, bugünkü Okmeydanı II.Mehmed’in kişisel bütçesinden, sahiplerine değerinin iki katı fiyat verilerek alınmış, bu arazi vakıf olarak okçulara tahsis edilmiştir. Rivayete göre burası Konstantinopel’in kuşatması sırasında sultanın otağının kurulmuş olduğu yerdir. Fatih Sultan Mehmed, Okmeydanı’nı vakf ve tahsis ettikten başka burasının istilasını ferman ile yasaklamış; İstanbul halkını bölgede hayvan otlatmaktan, tarım yapmaktan, burayı iskân etmekten men etmiştir. Öyle ki fermanda “gerekirse üstünden kuş bile uçurtulmaya” buyurulmuştur. Meydan’ın ve daha sonra burada inşa edilecek olan Tekye-i Rumât (Atıcılar Tekkesi) ‘ın tecavüzlerden korumasını, Yeniçeri Ağası’nın sorumluluğuna vermiştir. Yeniçeri Ağası, Yeniçeri Ocaklarını en yüksek rütbeli subayı olup, padişaha yakın olan kapıkulu erkânından atama yoluyla göreve getirilirdi. Bu denli değer verilen Okmeydanı’na kutsiyet de atfedilir, buraya abdestsiz girilmesine, at sokulup bağlanmasına (pisletecekleri endişesiyle) izin verilmezdi.

Okmeydanı ile ilgili bir çok söylence vardır. Mesela Evliya Çelebi, şehrin zaptedilmesinden sonra askerin yağmaladıkları kiliselerden ele geçirdikleri ikonaları bugünkü Okmeydanı’na getirip bunlarla ok atma talimi yaptıklarını aktarır. Osmanlı okçuluğunda ok hedefi olarak kullanılan, içi çiğit ve talaş dolu yassı bir deri yastıktan oluşan “puta” nın buradan türediğini de söyler. Oysa bu davranış, II. Mehmed gibi bir padişahın davranış ve düşünce biçimine tamamen aykırıdır. Şehri fethederek resmen “Roma İmparatoru” olan ve hem Türk-İslâm ahlâkı hem Roma hukukunun etkisiyle gayrımüslim azınlığa tanıdığı ayrıcalıklar ve gösterdiği saygıyla tanınan bu büyük devlet adamının böyle bir şeye göz yummayacağı açıktır. Zaten ciddi araştırmacıların hiç biri,  Okmeydanı’nın yerinin tespiti ve “puta” kelimesinin ortaya çıkmasıyla ilgili bu rivayeti akla yakın bulmamaktadırlar. Zaten “Osmanlı Okçuluğunda Disiplinler” konu başlığını altında da bulacağınız gibi, kelime başka bir etimolojik kökenden gelmektedir.

Burada altı çizilmesi gereken nokta, Batılı kaynakların VIII. Henry dönemi İngiltere’sine tarihlendirdikleri spor okçuluğunun, Osmanlı’de en az bir yüzyıl önce başladığı gerçeğidir. Spor okçuluğu, bütün Avrupa ve Orta Doğu milletlerinden önce Osmanlı’da başlamıştır. Bu ülkede yaşayan ve bu kültürün mirasçısı olan bizler, bu gibi tarihi gerçekleri bilmeli ve bunların tahrif edilmesini engellemeliyiz.

Osmanlı okçuluğunda hedef atışları ve menzil atışları iki ana disiplini oluşturuyordu (Osmanlı Okçuluğunda Disiplinler). Menzil okçuluğu, okun mümkün olan en uzun mesafeye atılması esasına dayalıydı. Kullanılan yaylar ve çok hafif oklarla, bu bir savaş disiplini olmaya en uzak uygulamaydı. Ateşli silahların savaş alanlarında boy göstermeye başladığı 16. yy. ikinci yarısından itibaren bu disiplinin popülaritesi arttıysa da en başından beri ecdadımız menzil okçuluğu yapmakta; düzenli eğitim, icazet sistemi ve spor karşılaşmalarıyla, modern anlamda spor konsepti içinde okçuluğu sürdürmekteydi. Ulaşılan rekor mesafeler, birer menzil taşı dikilmek suretiyle tescil ediliyordu. Üzerlerindeki kitabede okçunun adının, atışın mesafesinin ve atış tarihinin (ebced ile tarih düşürülmüş olarak) manzum bir metin olarak yer aldığı bu taşlar, maalesef değerini bilemediğimiz birer sanat eseri ve spor tarihi belgesidir.

İstanbul’un fethi ve İstanbul Okmeydanı’nın tesisinden önce ve sonra da imparatorluğun pek çok şehrinde okmeydanları olduğunu söylememiz gerekir (Gelibolu, Kahire, Üsküp, Amasya, Manisa, Belgrad, Halep, Sofya). İstanbul Okmeydanı’nın günümüzdeki istila edilmiş hali ve sayısı 300’leri aşan menzil taşlarında kalan, oraya buraya terkedilmiş 26 tane menzil taşının durumu, şüphesiz atalarımızın kemiklerini sızlatıyordur (İstanbul Okmeydanı ve Menzil Taşları).

Atıcılar Tekkesi ve İcazet Sistemi

Bir aktivitenin spor sayılabilmesi için ilgili kişilere bir sistem içinde öğretilmesi, düzenli antrenmanlarla kişilerin teknik ve fiziksel becerisinin arttırılması ve ulaşılan seviyenin müsabakalarla sınanması gereklidir. Osmanlılarda okçuluk, bütün bu şartlar yerine getirilecek şekilde sistematikleştirilmiş ve kurumlaştırılmıştı.

Küçük Kabza Alma Töreni ve Büyük Kabza Alma Töreni

Anadolu’nun Türkleştirilmesinde İslâmiyet’in kendine has yorumları, dönemin fikir dünyasında ön plana çıkıyordu. Örgütlü bir yayılma sergileyen mutassavıflar, dergâh ve tekkeler açarak toplumda sağlam bir ahlâkî altyapının oluşmasına önderlik ediyorlardı. Bununla da kalmıyor, büyük şehirlerde esnaf ve zanaatkâr loncaları şeklinde yayılarak ticaret hayatını canlandırırken, taşrada yarı-askerî fraksiyonlar kimliğinde ticaret yollarının güvenliğini sağlayan ve fetihlerde orduya destek sağlayan silahlı güçler oluşturuyorlardı.

Bu sistematik ve örgütlü faaliyet içinde, kimi ortodoks İslâm’dan köken alan, kimi pagan âdetlerden süzülüp gelen çeşitli ritüel ve törenler de kendine uygulama alanı buluyordu. Ahîlik gibi esnaf-zanaatkâr loncalarında meslekî eğitime başlama ve icâzet (yeterlilik) alma, ayrıntılı törenlerle deklare ediliyordu. Bu yapılanma sürecinde şekillenen okçuluk da bu tip ritüellerden nasibini aldı. Atıcılar Tekkesi’ne başvuran tâlip, “küçük kabza alma töreni” denilen ve ayrıntıları bugüne ulaşmamış bir törenle tekkeye kabul edilirdi. Sonra, kendisine tekke ve Meydan içindeki kuralları, davranış ve ‘adabı öğretecek bir “kardeş” ve ona okçuluğu öğretecek bir üstad tespit edilirdi. Tâlip için bir eğitmen tahsis edilmesine “pîr tutmak” denirdi.

İran ve Türk kültüründe, okçuluğun kendi kendine de öğrenilebilecek bir spor/savaş sanatı olduğu kabul edilir, ama her sanat gibi bunun da deneyimli bir eğitmen tarafından öğretilmesi tercih ve takdir edilirdi. Sosyal düzen içinde kabul görmeyen serseri kişilere “nursuz pîrsiz” denmesi de bundandır.

Düzenli antrenmanlara başlayan kemankeş (okçu) önce çekiş kuvveti nispeten düşük antrenman yaylarıyla (kepaze) çekiş çalışmalarına başlardı. “Kepaze” adı verilen bu yaylarla ok atılmaz, sadece kasların kuvvetlendirilmesi ve atış formunun öğretilmesi amaçlanırdı. Kepaze eğitimini “torba idmanı” izler, pîri tarafından bir sonraki safhaya geçebileceğine kanaat getirilen kemankeş adayı açık hava idmanlarına başlar, menzil okçuluğu pratiği yapmaya başlardı (bkz. Osmanlı Okçuluğunda Eğitim). Kemankeş bugün için bile inanılmaz sayılabilecek 900 gez (594 m) mesafeye ok düşürmeyi başardığında icâzet almaya hak kazanırdı. Yapılan atış, ikisi atış noktasında ikisi “hava yerinde” (okun düştüğü taraf) bulunan  en az dört şahit tarafından teyid edilmeden, atış meşru sayılmazdı. Bu mesafeye ulaşan kemankeş, “Büyük Kabza Alma Töreni” denilen törenle pîrinin elinden kurulu bir yay alır, Tekke Şeyhi’nin elini öper ve Tekke Sicil Defteri‘ne kaydedilirdi (Okçulukta, diğer bir çok sanattaki gibi bir icâzetnâme verilmiyordu). Bundan sonra “kabza sahibi” diye anılan kemankeş, becerisini arttırmak ve daha uzun menzil atışları yapmak için çalışmaya devam ederdi.

Son İcâzetler ve Cumhuriyet Sonrası Türk Okçuluğu

Tarihi boyunca iniş-çıkışlar yaşayan geleneksel okçuluk son altın çağını Sultan II: Mahmud döneminde yaşamıştır. Kendisi de kabza sahibi rekortmen bir kemankeş olan padişah, hâlâ mevcut olan nişan taşlarının da gösterdiği gibi, zamanının menzil rekorlarında başı çekmiştir.

II. Mahmud, Atatürk devrimleriyle doruğa ulaşan modernleşme hareketlerinin öncülerindendir. Tahtta olduğu sürede meydana gelen belki de en radikal değişiklik, “Vaka-i Hayriyye” diye bilinen, Yeniçeri teşkilatının kaldırılmasıdır. Yeniçeriliğin kaldırılmasıyla, ordu-tarikat ilişkisindeki diğer halka olan Bektâşilik de büyük bir darbe yemiştir. Atıcılar Tekkesi bir çok araştırmacıya göre, Pehlivanlar Tekkesi gibi sporla ilintili diğer tekkelere benzer biçimde, belli bir tarikata ait değildir. Bu spor kurumunun “tekke”, yöneticisinin “şeyh” sıfatlarını taşıması, Osmanlı’nın sosyal hayatının ayrılmaz bir parçası olan tasavvufun etkileridir.

Ne var ki, bilim adamlarının bu neredeyse ortak sayılabilecek fikriyle çelişecek şekilde, Osmanlı okçuluğunun son büyük düşüşü tam da bu devre rastlar. Prof. Dr. Âtıf Kahraman’ın aktardığına göre Tekke Sicil Defteri’ne kaydedilmiş toplu olarak düzenlenen en son kabza alma töreni Ağustos 1891 tarihindedir ve bu törenle 6 kişiye kabza verilmiştir. Kabza alanların arasında, 30’lu yıllarda Atatürk’ün emriyle kurulacak olan Okspor’un kurucularından olan Vakkas (Okatan) beyin de adı geçmektedir. Vakkas bey, Osmanlı okçuluğunun kült risâlelerinden olan “Telhis-i Resai’l-ür Rumât’ın yazarı Mustafa Kâni Efendi’nin torunudur. Bu tarihten sonra, hem Meydan sahipsiz kalmış hem Tekke bakımsızlaşmış, kısa sürede harabeye dönüşmüştür. Resmî olarak son Tekke Şeyhi Muti beydir ve onun zamanında kabza alan hiç kimse olmamıştır. Muti beyin 1904’deki ölümüyle, Tekke’ye ait evrak Vakkas Okatan tarafından alınmıştır. Prof. Dr. Kahraman, tekkeye ait bütün mal varlığı ve evrak son şeyhin ölümüyle Evkaf Nezareti’ne temsil edilirken, Türk geleneksel okçuluğunun iki çok önemli dokümanı olan Atıcılar Kanunnâmesi ile Tekke Sicil Defteri’nin nasıl Vakkas Okatan tarafından alakoyulduğunu sorgulamaktadır. Sicil Defteri’nde son kabza alanlar içinde yer alan Vakkas beyin belirtilen tarihte henüz 13 yaşlarında olduğunu da hesaplamış (bunun için nüfus kayıtlarını da incelemiştir), o yaşta bir gencin 900 geze ok atamayacağına inandığından, Vakkas beyin kendi ismini deftere işlemiş olması ihtimalini ortaya atmaktadır (Bu tez, 1930’larda Okspor kurulduğunda yapılan bir ok koşusunda kaydedilen Vakkas beye ait atışların 900 gezin çok altında olmasıyla teyid edilir görünmektedir).

Bu çöküşte hiç şüphesiz başka ve daha önemli sebepler de vardır. Mesela ok ve yayın 16. yüzyılın ikinci yarısında itibaren savaş alanlarından silinmeye başlaması bunlardan biridir. Ancak spor okçuluğunun bu gelişmeyle ilgisi azdır. Okçuluk Osmanlı’nın son 200 yılındaki siyâsi, ekonomik ve sosyal çöküşten de nasibini almıştır. Sporun geliştiği ülkeler refahın olduğu ülkelerdir. Devletin gün be gün parçalandığı, imparatorluğun her tarafında isyanların baş gösterdiği, devlet bütçesinin dış borçlarla denkleştirilmeye başladığı bir zamanda, insanların kişisel gelişimleri için istek, zaman ve para bulmakta güçlük çektiklerini tahmin etmek zor değildir.

Okspor

Ulu Önder Atatürk, “1925’de çıkarılan Tekke ve Zaviyeler Hakkında Kanun” kapsamında spor tekkelerinin de kapatılması üzerine, meydana gelen bu boşluğu doldurmak için 1937’de emir vererek, kemankeş ailelerinden gelen birkaç kişiye Okspor’u kurdurmuştur. Okspor Ata’nın ölümünden 1 yıl sonra,1939’da, tepeden inme bir emirle kapatılmış, Türk geleneksel okçuluğu bu son dirilme hamlesinde ayağa kalkmayı başaramamıştır. Bu dönemde Vakkas Okatan, Necmeddin Okyay, Bahir Özök, İbrahim Özok gibi isimler Türk okçuluğunu tekrar canlanması için çaba sarfetmişlerdir.

Bu isimlerden Necmeddin Okyay üst düzeyde bir hattat, bir ebrûzen, bir gül yetiştiricisi olmasının yanında gençliğinde okçulukla da ilgilenmiş, ancak icazet alamamıştır. Genel olarak son kemanger (yay yapan kişi) olarak da kabul edilir. Ancak öğrencilerinden Prof. Dr. Uğur Derman başta olmak üzere onu şahsen tanıyanlar bu becerisine şahit olmadıklarını söylemektedirler. Bir rivayet de Okyay’ın mevcut yayların bakım ve onarımını yaptığı, yeni yay yapmadığıdır. Bu sebeple, Osmanlı yay yapımının da ne zaman tarihe karıştığını tam olarak kestirmek zordur. Vakkas Okatan’ın okçuluk icâzeti mevzuu ise yukarıda belirtildiği gibi bulanıktır.

1939’da Okspor’un kapatılmasından sonra ülkemizde uzun bir zaman uykuya yatan okçuluk, 1950’lerde bir subaya verilen emirle yeniden tesis edilmeye başlamış, ama bu kez okçuluk tamamen modern sistem ve teçhizata dayalı olarak kurulmuştur. Kulağımıza gelen yarım yamalak bilgiye göre, modern Türk okçuluğunun başlangıcında da kemankeş ailelerinden gelen kişiler federasyon başkanlığı yapmış, ama onları ölümüyle gelenek tarihe karışmıştır. Geleneksel Türk-Osmanlı okçuluğu, 2003’ten sonra, bir dişhekimi olan Dr. Murat Özveri’nin başlattığı son kalkınma hamlesini yapmıştır ve bu hamle sürmektedir  (bkz. Bugüne Kadar Ne Yapageldik).