St. George Koşusu Nisan 2012




Yazan: Adnan Akgün

Birinci gün, 20/04/2012 Cuma, Tiverton’a yolculuk

Bildiğiniz üzere birkaç aydır Londra’ da yaşıyorum. Hazır buralardayken, Tirendâz olarak gitmeye niyetlenip de, zaman veya maliyet sıkıntısından bir turlu gidemediğimiz St. George Ok Koşuşu’ na katılayım dedim. Koşunun yapıldığı yer Stoodleigh adında Tiverton kasabasına bağlı bir köy, aralarında 8 mil (aşağı yukarı 12 km) mesafe var. Cuma sabahı bir iş toplantısına girdikten sonra eve dönüp, üstümü değiştirip, eşyalarımı alıp, Londra – Paddington tren istasyonuna gittim. Rezervasyon yaptığım treni üç dakika ile kaçırdım. Bir sonraki tren bir saat sonraydı, ben de beklemeye koyuldum. Rezervasyon demişken; biletiniz tüm gün geçerli ama koltuk numaranız değil. Yani aynı biletle istediğiniz saatteki trene binebiliyorsunuz ama koltuk rezervasyonunuz yanıyor. Aslında salt rezervasyon da koltuğunuzu garantilemiyor. Trenlerin koltuk kapasitesinin üstünde bilet satıldığı için rezerve ettiğiniz koltuğa ulaştığınızda, sansını deneyip oraya oturmuş olan birisiyle karşılaşabiliyorsunuz. Böyle bir durumda, o kişiyi çirkin bir şekilde “kalk, orası benim” diye uyararak yerinden kaldırıyorsunuz. Bunun sonucunda da trendeki rezervasyonsuz her yolcu size halden anlamayan züppe gözüyle bakıyor. Ben şansıma oturacak yer buldum ve yukarıda anlattığım manzaralara bizzat tanık oldum. Onlarca yolcu ayakta gitti. Sonradan öğrendiğim kadarıyla cuma günleri birçok kişi Londra dışına çıktığı için böyle kalabalıklar olabiliyormuş. Velhâsıl, iki buçuk saatlik zahmetli bir yolculuktan sonra Tiverton Parkway tren istasyonuna vardım. Tren istasyonundan Tiverton’ın merkezine 9 mil (13 km) var. Neyse ki Hilary Greenland’la yaptığım yazışmalar sayesinde, Dennis Couling adında, sonradan çok kaynaşacağımız bir beyefendi beni almaya geldi. Bütün haftasonu beni sağa sola o taşıdı. Kendime kalacak yer ayarlamakta geciktiğim için, Stoodleigh’ de değil de Tiverton’da bir pansiyon bulmuştum. Tiverton’da kalan tek kişi de bendim. Bu bakımdan Dennis’e ayrıca müteşekkirim. Bir başka seçenek atış alanında kamp yapmaktı ama hem havanın soğukluğu hem de kamp ekipmanımın bulunmayışı nedeniyle tercih etmedim. İstasyonda Dennis’in cipine bindiğimde, içeride Mançu Okçuluğu konusunda uzman olan Peter Dekker ile karşılaşmak hoş bir sürpriz oldu (Peter omzundaki rahatsızlık yüzünden ok atmayacak, onun yerine bütün haftasonu yeni kamerasıyla müthiş fotoğraflar çekecekti). Kendisine lastik çizme almak üzere atış alanından ayrılıp Dennis’le birlikte Tiverton’ın merkezine gelmiş. Orada öğrendim ki, son zamanlarda yağan aşırı yağmur yüzünden atış alanı zaman zaman bataklığa dönmüşmüş. Dennis’in ertesi sabah beni de aynı çizmelerden almaya götüreceğini o sırada bilmiyordum tabii. Pansiyona gitmeden önce atış alanına uğramak üzere istasyondan yola çıktık.

Atış alanı dediğim yer aslında Ashmoor Stud Farm (Damızlık Çiftliği) adında, oldukça geniş bir arazi ve koruluğun üzerine kurulu bir işletme. Oraya ulaştığımda, ertesi gün şahsen tanışacağım Hayley Bishop muhteşem bir Arap aygırını çalıştırıyordu. Tüm şanssız tecrübelerime rağmen atlara olan ilgimde zerre azalma henüz olmadı. Dolayısıyla gerçek bir Arap atını kanlı canlı hareket ederken izlemekten aldığım zevki anlatamam size. Zerâfet, ihtişam, gurur. Ben atı seyreylerken parkur hazırlığıyla

Bu gülümseme herşeyi anlatıyor.

uğrasan Hilary Greenland yanımıza geldi, şahsen tanışmış olduk. Hilary vakit geçirmesi inanılmaz derecede keyifli, alaycı mizahıyla, canlılığıyla insana “keşke birkaç yaş daha genç olsam” dedirten bir kadın. Etkinliği bütün haftasonu demir yumruğuyla yönetmesine rağmen varlığıyla bizleri gülümsetmediği bir an olmadı. Dahası kendisi 20 yıldan uzun bir suredir kemangerlik de yapıyor (daha fazla bilgi için: http://www.sylvanarchery.co.uk) ve SPTA’ in (Society for the Promotion of Traditional Archery; St. George Koşusu’nu organize eden kurum: http://www.traditional-archery.org) kurucusu. Hemen ardından Richard Hornsby geldi ve onunla da şahsen tanışmış olduk. Richard çok samimi ve bilgili bir adam. Yaptığımız konuşmalardan okçuluğa yıllarını verdiği ve hala öğrenmekten geri durmadığı ortaya çıkıyor. Başparmak çekişi ile atış yaparken okların istediği yere gitmediğinden şikâyet etti ve birlikte bakmamızı rica etti. Bu talebi kabul etmeme rağmen, bütün haftasonu program sıkışıklığı ve yarışmanın ön görülen süreyi aşması nedeniyle bir araya gelemedik. Richard, sözüm söz, başka bir zaman mutlaka bakarız birlikte! Akşam 19:00 da Tiverton’daki Thai restoranında buluşmak üzere sözleştik ve Dennis beni pansiyonuma bıraktı.

Odamda beklerken, yağmurun dindiğini görünce kasabayı turlamak üzere dışarı çıktım. Tiverton, İngilizler‘in tipik “sleepy town” (uyuklayan kasaba) diye tanımlayacakları bir yer. Saat 17:00’den sonra sokakta tek tük insan görüyorsunuz. Kasabayı sarmalayan geniş ve yemyeşil otlakları her yerden görmek mümkün. Her yere pastoral bir hava hakim. Kanalın etrafında bir kez dolaşıp kasabadaki eski kiliseyi ve kaleyi dışarıdan fotoğrafladıktan sonra, 18:30 gibi vakit geçirmek ve bir şeyler içmeye restoranın yanındaki pub’a gittim. İçeride Hilary’lerle karşılaştım. İçkilerimizi içerken içeriye üç Fransız arkadaşımız girince ortalık ayrı bir şenlendi. Raph Rambur ve Bruno Badia-Canes ile tekrar karşılaşmak kadar Emmanuel Kim ile sonunda şahsen tanışmış olmak da keyifliydi. Sonrasında restorana gittik, çok da güzel bir yemek yedik. Gece sonunda evli evine gitti, ben de pansiyonuma döndüm.

İkinci gün, 21/04/2012 Cumartesi, Roving Marks

Dennis ve Ali.

Ertesi sabah Dennis ve eşi Ali beni pansiyonumdan aldılar. Ali de tecrübeli bir okçu ve ikisi de tarihî canlandırmalarda rol alıyorlar. Dennis bana ne kadar zamandır ok attığımı sordu. Benim “2006’ dan beri” cevabıma karşılık olarak “New boy, then?” (Ah, yeni başladın yani) dediğinde şaka yapıyor zannetmiştim. Meğer kendisi 42 yıldır okçuluk yapıyormuş! Tiverton’dan lastik çizmelerimi alıp (£15.60) atış alanına vardık. Önceki gün kurulmuş olan etkinlik çadırında barbekü ve kahvaltı (bilmeyenler için; İngilizler kahvaltılarında domuz pastırması, İngiliz sucuğu, tost, yumurta ve fasulye yerler) için gereken alet edevâtı kurmak üzere hummalı bir çalışma vardı. Bütün haftasonunu bize yemek hazırlamakla geçirecek olan Richard’in esi Collette de çoktan siparişleri almaya başlamıştı. Yeri gelmişken kendisine ve Rebecca Jaques’e de teşekkür edelim. Garsonluk yapmış biri olarak insanlara yemek yetiştirmenin ne kadar zor bir iş olduğunu bilirim. Bu sırada asla unutamayacağım, çok keyifli bir an yaşadım. Dennis, çiftlik evinden ağır bir nesne almak için benden yardım istedi. Nesneyi almaya ciple gittik. Dönüşümüzde, ben nesneyi bagajdan çıkarıp bırakılması gereken yere taşıdım. Bu sırada bir beyefendinin, kızı olduğunu düşündüğüm bir küçüğe heyecanla beni gösterip “Adnan, Adnan” diye fısıldadığını duydum. Son aylarda kendi işimi kurmaya çalıştığım ve bu yüzden sosyal anlamda hiçbir çekingenliğim kalmadığı için doğrudan yanlarına gidip kendimi tanıttım. Adının Jonathan Thomas olduğunu öğrendiğim bu Galli beyefendi meğerse Tirendâz sitemizi çok yakından takip ediyor, kendi kendine Türk okçuluğunu öğrenmeye çalışıyor ve en çok da videolardan benim atış stilimi örnek alıyormuş! Şaşkınlıktan teşekkür etmek dışında bir şey düşünemezken, bir de beni kızına “Meşhur Türk Okçusu” diye tanıtmaz mi! Yerin dibine girdim dersem yalandan tevâzu göstermiş olurum; açıkçası

Türk hayranı Jonathan!

çok hoşuma gitti! Yine de böyle bir durumda insan ne diyeceğini, nasıl teşekkür edeceğini bilemiyor. Jonathan benimle tanışmaktan duyduğu heyecandan kat kat fazlasını Türk Okçuluğu için duyuyor ve gerçekten de Türk stilinde ok atmayı öğrenmiş. Bize duyduğu yakınlık o kadar fazla ki beresinde Galler ve Türkiye bayraklarının bir arada olduğu bir iğne var. Bu iğneyi bana hediye etti, ben de bütün haftasonu onu gururla kendi beremde taşıdım. Kızı Angharad da üç parmakla atış yapan ama Asya tipi yay kullanan, tekniği çok iyi bir atıcı.

Kahvaltı faslı bittikten sonra Hilary herkesi “bar çadırına” içkilerini almaya çağırdı. Sabah sabah içki de mi olur demeyin. Herkese, şerefe kadeh kaldırmak üzere birer teklik (shot’luk bardak) erik şarabı veya “Mead” olarak bilinen bal liköründen verildi.

Yarışmaya Türk renkleriyle katılan Richard! ;)

Ben, adını “Beowulf” destanından duyduğum ve tadını çok merak ettiğim Mead’ den aldım. “Eski Okçulara” kadeh kaldırdık ve içkilerimizi yuvarladık. Mead güzel bir içki, beyaz şarapla karışık bal tadı var. Yine de hayal kırıklığına uğradım. Ben yıllanmış savaşçıları öksürtecek cinsten bir şey bekliyordum, oysa mead şaraptan sadece biraz daha sert. Ardından Hilary gün boyu yapacağımız atış disiplini olan “Roving Marks”’ i anlatmaya koyuldu. Bu disiplini kısaca özetlersem: Daha önce belirttiğim üzere, çiftliğin çok geniş bir arazisi var. Bu arazinin değişik noktalarında kazıklarla oturtulmuş feodal armalı kalkanlar dikmişler (kazıkları Big George adında, çekiş mesafesi 37 inç olan, vücudunun iriliği oranında eğlenceli, güleç yüzlü bir adam dikti). Amaç, orta ve uzun mesafeden bu kalkanların yakınına ok düşürmek. Ancak oklarınız hedefinin yakınına dik düşmeli, yani yayınızı havaya dikmeniz lazım. Dolayısıyla çoğunlukla tam çekişe gelmiyorsunuz. “Tam çekiş de tam çekiş” ekolünden gelen biri olduğum için hile yaptığım hissine çok kapıldım ama bir yandan da bunun keyifli, değişik bir oyun olduğunu kabul etmeliyim. Richard’ in da belirttiği üzere yayın hangi çekişte/koşulda nasıl çalıştığını öğrenmek de ayrı bir tecrübe. Hepimize dağıtılan çavuş oklarıyla (pinpon topu kullanılmıştı, süper ses çıktı, manzara cabası) yaptığımız bir atıştan sonra yarışma başladı. Attığımız hedefe puanları toplamaya gittiğimizde Hilary bir sonraki hedefi soyluyordu. Uzun mesafelerde oklarım uygunsuz olduğu ve orta mesafelerde çekiş olayını bir turlu çözemediğim için Roving Marks’da pek başarılı olamadım. Yine de tecrübe tecrübedir. Zaten bütün haftasonu kimsenin puanları taktığı yoktu. İnsanlar eğlenmek ve keyif almak için bir aradaydılar.

Big George' un kim olduğunu tahmin edin...

Öğlen arasından sonra devam ettik ve cay saatinde (yani saat 17:00 civarı – günün en önemli saati) o günlük yarışma bitti. Bu sırada çiftliğin hanımı Sally Bishop da dört köpeğiyle çıkageldi. Çiftlikte at dışında, bir ara cins kopek de yetiştirilmiş. Özellikle kurda benzemek üzere yetiştirilen Utonagan cinsi köpek çok ilgimi çekti. Hepsi de iyi huylu, kendini sevdiren köpeklerdi. Çaydan sonra eğlencesine menzil koşusu yapmak üzere arazinin başka bir kösesine gittik. Hem yayımın 80 – 90 librelik İngiliz yaylarının yanında zayıf kalması hem de oklarımın uygunsuzluğu nedeniyle ortalarda performans gösterdim.

Aksam yemeğinde Rebecca Jaques’ ın hazırladığı Chili con Carne vardı. Hafif acılı etli kuru fasulye. Afiyetle yedik. Yemek sırasında Peter ve kendisiyle önceki gün tanıştığım, basit ahşap yaylar konusunda doktora düzeyinde uzman olmakla kalmayıp, ustun kalitede yaylar da üreten, alman arkeolog Jurgen Junkmanns ile ateşli silahlara geçiş konusunda ilginç bir sohbet de döndü. Peter bana bir kitap da önerdi.

Ben, Jürgen, Jonathan ve Bruno arasında zihgirler hakkında hararetli bir sohbet.

Yeri gelmişken, Jurgen’in basit ahşap yaylarını inceleme fırsatım oldu. Gerçekten zarif, işlenilen ağacı neredeyse dinleyerek yapılmış eserler. İşçiliğe hayran kaldım. Keza tüm haftasonu incelediğim İngiliz uzun yayları da, basit “çıbık” (çubuk) olmanın çok ötesinde silahlar. İşin arkasında gerçek bir birikim ve zanaat var. Bu haftasonu için aklımda bir İngiliz uzun yayıyla atış yapmak vardı. Buna rağmen bir iki talimat edinmeden, elime hobadanak yay alıp atmak istemediğimden, zaman darlığının da sonucu olarak ne yazık ki bu isteğim gerçekleşmedi.

Son moda lastik çizmelerimle!

Hava karardıktan sonra yangın oklarıyla şenlik ateşi yakma eğlencesi vardı. Hepimize birer ok verildi. Ateşçibaşı oklarımızı alevlendirdi. Komutla yayları kaldırdık, çektik, bıraktık. O da ne? Oklarımız on metre ötedeki odun yığınına ulaşmadan havada sondu. İkinci bir tur daha denedik, yine olmayınca ateşi elle yakıp eğlencemize baktık. Jurgen’ in arkeolog kız arkadaşı Maren ile Ibn’i Fadlan ve başka Arap gezginler hakkında sohbet ettik. Tam da ateş başında yapmayı en çok sevdiğim şeylerden biri olan insanlara astronomi bilgimle ukalalık yapmakla meşgulken (bir Büyük Ayı’yı biliyorum, bir de Kuzey Yıldızı’nı, başka da bir şey bilmem) Dennis’in evinin uzak olması sebebiyle eğlenceden biraz erken ayrılmak zorunda kaldık. Ancak ertesi gün insanların aksamdan kalma hallerini görünce, bunun çok da yanlış bir karar olmadığına kanaat getirdim.

Üçüncü gün, 22/04/2012 Pazar, Field Archery
Dünkü kahvaltı faslının benzerinden sonra, Hilary her zamanki sevecenliğiyle (düdük çalarak kulak zarlarımızı patlatmakla tehdit etti) bizleri bir araya toplayarak “Field Archery” kurallarını anlattı. Özetlenmişi var: Her hedefin dört atış noktası var. Beyaz ve kırmızı noktalar yetişkinler için, sarı ve maviler çocuklar için. Her yetişkin atıcı önce kırmızı noktadan bir atış yapıyor. Hedef oldurucu bölgeden vurulursa 10 puan, yaralayıcı bölgeden vurulursa 5 puan alınıyor. Hedefin bos kısımları ve ıska elbette 0 puan. Atıcı ilk atıştan hemen sonra, daha kırmızı atış noktasındayken ikinci bir atış yapıp yapmayacağına karar veriyor. Eğer yapacaksa beyaz noktadan yapıyor o atisi. Ancak, atıcı ikinci atışta ıskalarsa -10 puan alıyor. Beyaz atış noktası sıklıkla kırmızıdan daha zorlayıcı oluyor. Benzer bir uygulama da hedefe nispeten daha yakın atış noktalarından çocuklar için vardı. Hilary daha baslarken insanların orada güzel vakit geçirmek için bulunduğunu, birçok kişinin genellikle ikinci atışı da yaptığını, hatta günün sonunda en yüksek eksi puana sahip kişilere ödül vereceklerini açıkladı.

Takım arkadaşlarımdan Alf.

Herkes istediği kişilerle eşleşti. Jonathan benimle aynı grupta olmayı teklif etti ben de elbette kabul ettim. Bize Scott ve John da gruba eklendi. Jonathan’in kızı Angharad ve John’un torunu Alf de bizimle birlikte yarıştı. Şefkat meleği Hilary’nin hazırladığı parkurda, hedeflerle atış çizgisi arasına özellikle yerleştirilmiş dallar ciddi sorun oldu. Bizim hazırladığımız parkurlarda dallar genelde sadece görmeyi engeller, oysa bu parkurda dallara çarpan üç okum kırıldı. Performansımdan birkaç atış dışında pek memnun olmadım ve ekside bitirdim. Bir ara takım arkadaşım Scott ile hafiften bir yarışmaya tutuştuk ama onun sonucu ne oldu bilmiyorum. Field Archery’den hemen sonra benim “eksantrik parkur” dediğim kısım vardı. Bu parkurun ilk hedefi Moğolların geleneksel disiplini olan teneke devirme yarışmasıydı. Yere dizili iki sıra küçük tenekeye ok atıyorsunuz. Düşürdüğünüz teneke kadar puan kazanıyorsunuz. Sonraki hedef yatay bir direğin üzerine dizili bir sıra plastik ördeğe atıştı. Ardından bir kovaya okları dik düşürmek için uğraştık. Bunun ardından gelen yarışma ilginçti. Hilary’nin her zamanki muzipliğiyle adını “horse(less)back archery” – at(siz) okçuluk – verdiği bu parkur Kassai’nin klasik parkurunun bir benzeri. Tek farkı, at yok. Beş atış noktasına koşuyorsunuz, durup atış yapıyorsunuz. 45 saniye altında koşarsanız ekstra puan, üstünde koşarsanız eksi puan alıyorsunuz. Elbette atışlarınızın da isabetli olması lazım. En zevk aldığım parkurlardan biriydi diyebilirim. Gezlerimin azizliğine uğramasaydım 30 saniyede bitirebilirdim. İki kez 35 saniyede bitirdim. Atışlarım da fena değildi. Her zaman olduğu gibi hedef dışında başka şeylere odaklanınca isabet oranlarım arttı. Sonraki parkur dikine çizgilerden oluşan bir hedefe yapılan atışlardı. En son olarak speed shooting yaptık. Bir dakika içinde yapabildiğiniz kadar isabetli atış. Çok atış yaptım ama çoğunluğu isabetsizdi.

Şampiyon Angharad!

Jonathan hem field archery’de hem diğer eksantrik hedeflerde çok iyiydi ve yüksek bir skorla bitirdi. Ancak, hem kimse puanları toplamaya tenezzül etmediğinden hem de cidden en düşük puana ödül verildiğinden yarışmanın galibinin kim olduğunu öğrenemedik (çocuklar kategorisi hariç, onu Angharad sildi süpürdü). Bir kazanan açıklandıysa bile benim dikkatimden kaçtı. Yarışmayı düzenleyenler, yardımcı olanlar, aşçılar, yerin kullanılmasına izin veren Ashmoor Stud Farm sahipleri alkışlandı.
Tren saatim gelmek üzere olduğu için ayrılmak zorundaydım. İletişim bilgilerini değiş tokuş etmek üzere sözleştiğim kişilerden apar topar ayrılmam gerektiği için özür dileyerek, Facebook’a atacağım mesaja cevap yazarlarsa kendilerine bilgilerimi göndereceğimin sözünü verdim. Gider ayak Hilary bu sefer beni de alkışlatınca şapkamı yüzüme indirmek zorunda kaldım. Yalandan değil, cidden.
Dönüş yolculuğu zahmetsiz geçti, koltuklar boştu. Sırtımda ve omuzlarımda bütün haftasonu ok atmış olmanın verdiği, zaman zaman tatlı, zaman zaman keyifsiz acı, aklımda kurulan yeni arkadaşlıklar, pekişen eski dostluklar, edinilen tecrübeler vardı.

Fotoğraf albümüne buradan ulaşabilirsiniz:

Albüm