Gödeny Kupa 2006 Raporu




(Hasan Ay vasıtası ile gelen teklif üzerine Eylül 2006’da, Sportall adlı bir dergi için yazıldı, ama yazı yayınlanamadan dergi kapandı.)

Gődeny Kupa (Pelikan Kupası)

Macaristan’da Bir Geleneksel Okçuluk Müsabakası

Yazan: Dr. Murat Özveri

Daha uçaktayken bir heyecandır sardı. Geçen yılın Mayıs ayında, internet üzerinde kurduğum dostlukları pekiştirmek, geleneksel okçuluk hakkında bilgi ve fikir alışverişinde bulunmak için gitmiştim Budapeşte’ye. Ecdadımızın ok atarken kullandığı başparmak çekişinin ayrıntılarını ortaya çıkarmaya çalıştığım bir dönemdi. Macarlar, bizler gibi ataları Orta Asya bozkırlarından kopup gelmiş bir diğer milletti ve geleneksel okçuluğuna sahip çıkmıştı.

Macaristan’da geleneksel okçuluğun canlandırılması, başlangıcı 70’lerin ortalarına dayanan uzun bir süreçti. Prof. Dr. Gyula Fábián gibi önemli bazı akademisyenler, Macaristan topraklarındaki göçebe mezarlarında yapılan arkeolojik kazılarda elde edilen buluntulardan yararlanarak Avar, Macar, Hun gibi göçebe milletlerin yay ve oklarının rekonstrüksiyonlarını yapmıştı. Macar aydınlarının kendi tarihlerinin peşinde başlattıkları bu yolculuk, kemangerlerin (yay yapımcılarının) ve aktif okçuların desteği ile gittikçe büyüyen bir harekete dönüşmüştü. Bu yıl Budapeşte’nin 30 km doğusunda yer alan Gödöllő Szent Jakab’da yapılacak olan geleneksel okçuluk müsabakasına beni davet eden Zoltan Szábo ve Dr. Gábor Szöllősy idi. Dr. Szöllősy, Macaristan’da geleneksel okçuluk kıvılcımını yakan akademisyenlerin ikinci kuşağının temsilcilerindendi. Aslında bir ziraat mühendisiydi ve Prof. Dr. Fábián’ı da bizzat tanımış, ondan feyz almıştı. Arkeoloji doktoru unvanını “10. Yüzyıl Macar yaylarının mekanik özellikleri” konulu tezi ile almış, aradan geçen yıllar boyunca hem bir bilimadamı hem aktif bir okçu olarak Macar geleneksel okçuluğuna hizmet etmişti. Geçen yıl başlayan dostluğumuz, aradan geçen zaman içinde ilerlemişti. Sık sık yaptığımız yazışmalarda, 20 yılı aşkın tecrübesinden ve bilgisinden yararlanma şansına erişmiştim. 1989’da kurulan Magyar Terep-és Vadászíjász Egyesület (Macar Saha Okçuluğu ve Ok-Yay ile Avcılık Derneği)’in kurucularından ve onur üyelerinden de olan bu candan dost, Macaristan ile çok köklü tarihî ve kültürel bağları olan Türkiye’de geleneksel okçuluğun canlandırılması adına yaptıklarımızın önemini anlıyor ve buna destek veriyordu.

Saha okçuluğu (field archery), ok ve yay ile avlanma koşullarının simüle edildiği bir spor okçuluğu çeşididir. İlk kez ABD’nde 1939 yılında National Field Archery Association adı altında kurumlaşan bu disiplinde, av koşullarında rastlanabilecek pozisyonlara yerleştirilmiş hedeflere atış yapılmaktadır. Hedefler olimpik spor okçuluğundan farklı olarak; yokuş aşağı veya yokuş yukarı, okun uçuş hattı dal veya ağaç gövdeleri ile kesilecek şekilde, okçuyu rahatsız ayak basış pozisyonlarına mecbur bırakacak arazi şartlarında ya da ışığı kesen yoğun bitki örtüsünün arasına yerleştirilir. Değişik boyutta 28 hedefin bazılarının mesafesi bellidir, bazılarında ise mesafenin tahmini okçuya bırakılmıştır. Gün boyunca hedefler arasında yürüyüp durmanın yanısıra, değişik arazi ve ışık koşullarında mesafenin algılanması zorlaştığından, saha okçuluğu zor bir spor haline gelir. Daire şeklindeki hedefler siyah, orta noktaları sarı renktedir. Orta nokta vurulunca okçu 5 puan kazanır. Etraftaki daireler birer puan azalır ve en dış daire 1 puandır. Gelişen teknolojinin sentetik köpük ve süngerleri okçuluk sporuna sokmasıyla, hayvan şeklinde üç boyutlu (3-D) hedefler kullanılmaya başlamıştır. Bu hedefler sayesinde, avlanma koşulları çok daha gerçekçi biçimde taklit edilebilmiştir.

Geleneksel okçuluk tabiri ise tarihî orijinallerine benzeyen teçhizat ile yapılan okçuluğu ifade eder. Spor okçuluğu zaman içinde gelişen teknolojiye daha bağımlı hale gelirken, bir taraftan da geleneksel okçuluk ekolleri büyük bir yükseliş yaşamaya başlamıştır. Kore, Moğolistan, Japonya, İngiltere gibi ülkeler okçuluk geleneklerini bozulmaksızın bugüne taşırken, Macarlar Orta Asya kökenli atalarının okçuluk mirasını bin yıl sonra yeniden canlandırmıştır. ABD’de ise, ülkenin bütün tarihi birkaç yüzyıldan ibaret olsa da “geleneksel“ adını verdikleri bir okçuluk hareketi ortaya çıkmıştır. Genel anlamda geleneksel okçular, nişan almayı kolaylaştıran veya atış konforunu arttıran aksesuarlar olmaksızın, binlerce yıl önce olduğu gibi ok atmayı seven romantik insanlardır. Zoru başarmayı seven bu insanlar, geleneksel okçuluk müsabakalarında becerilerini sınamakta, hatta dedeleri gibi bu basit teçhizat ile ava bile gitmektedirler. Macaristan, ok ve yay ile avcılığın yasal olduğu az sayıda Avrupa ülkesinden biridir de.

Şimdi bu güzel ülkedeki bir geleneksel okçuluk yarışmasına davetli olarak gidiyordum. Gödeny Kupa’da hem müsabık olarak yer alacaktım hem de muhtelif konularda konuşma yapacak birkaç kişiden biri olacaktım. Türk-Osmanlı okçuluğu teknik ve teçhizatı, tarihî arka planı ve mistik yönü, disiplinleri ve kurumsal yapısı ile bütün dünyadaki geleneksel okçuluk ekolleri arasında ayrı bir yere sahipti. Daha önce ülkemizde değişik vesilelerle konu üzerinde konuşmalar yapmıştım, ancak internette okçuluk ile ilgili forumlarda yazdığım münferit mesajların dışında, ilk defa değişik milletten insanlara Türk okçuluğunun anlatılması misyonunu üstleniyordum. Konuşmamın sunumunu haftalar öncesinden İngilizce olarak hazırlamış, anlatımın Türkçe metnini Dr. Szöllősy’e yollamıştım. Çok iyi seviyede Türkçe bilen Dr. Szöllősy, metni Macarca’ya çevirmişti. Sunumu İngilizce yapacaktım ve İngilizce bilmeyen Macar dinleyiciler konuşmayı ellerindeki tercümeden takip etme imkanı bulacaklardı. Diğer bir özel durum da bu müsabakada zihgîr kullanarak, ecdadın stili ile ok atacak olmamdı. Bu, Türk-Osmanlı atış stilinin bir Türk tarafından yurt dışında ilk kez temsil edilişi olacaktı. Özellikle bu tekniği öğrenmemde ve çalışmamda büyük payı olan Macar dostlarıma becerimi göstermek için sabırsızlanıyordum.

Müsabakalar için, özel mülk olan büyük bir avlak mekan olarak seçilmişti. Etrafı büyük bir orman ile çevrili yemyeşil bir açık arazide, avlağın sahibi olan Ambrozy’lere ait birkaç bina bulunuyordu. Bu binalar, bu bölgeye avlanmak için gelen turistlere pansiyon olarak hizmet veriyordu. Gödeny Kupa için gelenlerden de burada konaklayanlar oldu. Ama katılımcıların çoğu, kurdukları çadır ve yurtlarda konakladılar. Daha önce bana söylendiği gibi, büyük bir “göçebe kampı” kuruldu. “Yurt” dedikleri, Orta Asya Türk lehçelerinde de aynı isimle anılan büyük, kubbe şekilli çadırlar. Bunların kolay sökülüp takılabilen bir ahşap iskeleti var, üzerlerinde çadır bezi kaplıyorlar. Yurtların iç kısmında da duvarlara 10. yüzyıl Macar motifleri ile süslü bezler, kilimler asmışlar. Tahta kapılı bu çadırlarda otantik görünüşü bozan sadece uyku tulumları ve matlardı. Bir yurtta beş-altı kişi çok rahat barınıp yatabiliyordu.

İlk gün göçebe kampının kurulması ile başladı. Macar Saha Okçuluğu Birliği’nin genel sekreteri ve Dr. Gábor Szöllősy’nin kardeşi olan Antal Szöllősy’nin yurtu, yakındaki bir binadan çekilen elektrik hattı ve içindeki bilgisayar, printer vs. ile organizasyonun merkez çadırını oluşturdu. Üç gün süren yarışmada her günün sonuçları, yurtun dış cephesine asılan listelerde ilan ediliyordu. Antal Szöllősy ve arkadaşları, yılların tecrübesi ile hedeflerin yerleştirilmesi, yarışmacıların gruplara ayrılması gibi çok sayıda işlemi büyük bir rahatlıkla planlayıp gerçekleştirdiler.

Yarışmanın ilk günü “gece atışları” na ayrılmıştı. Herkes için bir ilk olan bu etapta, bütün katılımcılara fosforlu, sarı renkli yelekler dağıtıldı. Hava kararırken yarışmacılar Antal Szöllősy’nin çaldığı boynuzdan av borusu ile toplandı ve gruplara ayrıldı. Szöllősy’lerin ve benim içinde bulunduğumuz takıma, nazik bir jest ile “Török-Törökfil” (Türk-Türksever) takımı adı verildi ve takım listelerde yarışma boyunca hep bu isimle yer aldı.

Gece atışları hem zordu hem de tarif edemeyeceğim kadar zevkliydi. Yaklaşık 10 tane hedef dolaştık. Bunlardan 4 veya 5 tanesi ormanın içindeydi. Her hedefe üçer ok atılıyordu ve her hedef değişik biçimde aydınlatılıyordu. Her birinde de ayrı kurallar geçerliydi. Mesela üç boyutlu bir ayı hedefinin kızılca koltuğu (avın öldürücü yara alacağı ön ayağının arkasındaki bölge) fosforlu bir sıvı ile boyanmıştı. Bir diğer hedefte hakem el feneri ile hedefi üç saniye aydınlatıp feneri kapatıyordu. Atışı bu üç saniye içinde yapmak gerekiyordu. Karanlıkta atış yapılırsa, hedefteki en yüksek puan alan ok değerlendirme dışı bırakılıyordu. Orman içindeki en zor hedef, karanlıkta yeşil yeşil parlayan 30 X 15 cm boyutlarındaki bir levhaydı. Etraf tamamen karanlık olduğundan ve ne bir ağaç ne de başka bir nesne seçilebildiğinden, hedefin büyüklüğünü ve uzaklığını algılayabilmek mümkün değildi.

Sonra ormanın içinden çıkıldı ve açıklığa yerleştirilmiş hedeflere gidildi. Bir üç boyutlu kuğu hedefine, hakemin tuttuğu laser pointer rehberliğinde atış yapılırken, bir başka hedef için okçulara kafa lambaları dağıtıldı. Diğer bir hedef, iki yanına konmuş meşalelerin cılız ışığı ile aydınlatılmıştı.

İkinci gün erken başladı. Saat 8:30’da hemen herkes ayaktaydı. Çadırların önünde yapılan kahvaltıdan sonra, toplan borusu saat 10:00’da yarışmacıları açıklıkta topladı. Bir gece önce karanlığın sakladığı güzellikler serildi gözler önüne: Tarihi kostümler giymiş çok sayıda okçu, ellerinde Macar, Hun, Türk yayı replikaları; deri tirkeş ve sadakları, kafalarında göçebe tipi kalpaklarıyla yavaş yavaş toplanıyordu. Rengârenk bir insan topluluğu; herkes birbiri ile sohbet edip şakalaşıyordu.

Bugün saha okçuluğu günüydü! Bazıları resim, bazıları üç boyutlu olan hayvan şekilli hedeflerin yanısıra, bahsettiğim tipik dairesel saha hedeflerine değişik mesafelerden ve pozisyonlarda atışlar yapıldı. Kurallar yine hedeflere göre değişiyordu. Hayvan hedeflerinde kızılca koltuk en yüksek puan bölgesiydi ve buraya isabet eden okların getirdiği puan 10’du. Hayvanın vücudunun diğer her tarafı 5 puan getiriyordu. Ok ve yay ile av peşinde taban patlatmış biri olarak, yarışmanın bu kısmından aldığım zevki anlatamam. Şüphesiz, ok ve yayı ilk kez elime aldığımdan beri yaptığım en zevkli şeylerden biriydi bu. Senaryolar harikaydı ve üç boyutlu hedeflere ok atmak nefis bir histi.

Bu şekilde, ağaç dallarının arasına gizlenmiş bir siyah ayıyı en yüksek puan bölgesinden vururken, 45 m uzaklıkta ve derin bir vadinin altına yerleştirilmiş muflonu ilk atışımda boynundan vuruyorum. Ancak bir patika üzerine yerleştirilmiş simsiyah üç boyutlu yabandomuzunu görünce “İşte bu benim rüyam! Bu benim rüyam!” diye zıplamaya başlıyorum. Nezaketle ilk sırayı bana veriyorlar. Zevkle asılıyorum 44 librelik Grozer Türk TRH yayımın kirişine. Yaklaşık 20- 22 metre! Allahım, bu geçen yıl Biga’da domuzu kaçırdığım mesafe değil miydi? Kirişin şaklaması ve okun hedefe isabetinden doğan tok ses. Takım arkadaşlarımın tezahüratı! Ancak hedefin yanına gidince anlaşılıyor her şey: Okum sadece traşlamış bizim “azılıyı”. Sırt derisini (!) delip geçmiş. Gerçek koşullarda ormana dalıp kaybolan bir domuz demek bu! Burada ise 5 puan! Hemen fotoğraf makinamı veriyorum takım arkadaşlarımdan birine, çömeliyorum hedefin yanına, gururla poz veriyorum.

O gün öğle yemeğini takiben, konuşma ve sunumlar yapılacaktı. Daha herkes yeni uyanıyorken hazırlanmaya başlayan öğle yemeğinin menüsünde meşhur “Gulaş” vardı. Üstünden dumanlar tüten kocaman bir kazanın önünde kuyruğa girip yemeğimizi aldık, büyük bir sundurmanın altına yerleştirilmiş uzun tahta masalara oturup nefis bir muhabbet ortamında yedik. Lafın lafı açtığı ve birçok dilin konuşulduğu, yeni dostlukların kurulduğu şahane bir ortam…

Yemeğin sonrasında, iki gündür bize güler yüzünü gösteren hava bardaktan boşanırcasına bir yağmur ile patladı. Sohbetlere, yurtların damını döven yağmurun sesini dinleyip palinka ve kahve içilerek devam edildi. Sunumlar, yaklaşık bir saat sonra Dr. Gábor Szöllősy ile başladı. Sándor Paku ile beraber yaptıkları sunumda Paku’nun yeni yapmış olduğu asimetrik, kompozit Macar yayı hakkında bilgi verdiler. Bu yay, Macaristan’da Magyarhomorog köyünde açığa çıkarılan bir 10. yüzyıl Macar mezarında bulunan yay kalıntısının rekonstrüksiyonuydu. Bu sunumdan sonra, konuşmamı yapmak üzere ben çağrıldım. Türk geleneksel okçuluğunu İslam öncesi ve sonrası safhaları, kurumları ve disiplinleri ile anlattığım sunumumu, İngiliz savaş yayları ve okçu savaş stratejileri hakkında bilgi veren Steve Stratton’un konuşması izledi. Stratton, İngiliz Uzun Yayı’nın zırh delme özelliklerinin test edildiği bir film de gösterdi.

En çok dikkatimi çeken şeylerden biri, yarışmanın başından sonuna kadar habis bir çekişme ve rekabet duygusunun hiç hissedilmemiş olmasıydı. Herkes birbirine karşı çok sevecen, nazik, sıcak ve teşvik ediciydi. Herkesin iyi atışları büyük bir tezahürat ile karşılanıyor, omuzlara dostça takdir şaplakları indiriliyordu. Özellikle üçüncü günün başında orman Macarca, Türkçe, İngilizce ve Almanca dillerinin kendine has tınısı ile doldu. Her iyi atışta tezahürat ve alkışlar, şakalaşmalar, her dilde espriler… Bu sosyalizasyonda şüphesiz ikinci günün akşamının rolü büyüktü. Bol bol palinka ve şarabın içildiği, Macar halk danslarının yapılıp şarkılarının söylendiği o akşam, kamp ateşinin kıvılcımlı ışığında, yurtların önünde herkesin tanış hatta dost olduğu şahane bir atmosfer oluştu. Bendeniz de bizim halaya çok benzeyen bir halk dansında, halay başı Dr. Szöllősy’nin rehberliğinde ayak uydurdum elimden geldiğince oynayanlara. Şişelerden palinka, boynuzlardan şarap içtim; bol bol sohbet ettim. Macar dostlarımın cömertçe ikram ettikleri akşam yemeğini paylaştım, benden başka tek yabancı katılımcı olan İngiliz Steve Stratton ile uzun ve çok zevkli bir muhabbet yaptım.

Ormanın tertemiz havası sebebiyle olsa gerek, üçüncü günün sabahı herkes pırıl pırıl bir zihinle toplanma yerindeydi boynuzdan yapılma av borusu çalındığında. Üçüncü günün başında “hızlı ok atma” becerisinin sergileneceği “speed shooting” yarışması vardı. Burada da birkaç ayrı hedefte değişik kurallarla atışlar yapıldı. İlk hedefte 6 okun 30 saniye içinde atılması gerekiyordu. Hedef 15 m kadar uzağa yerleştirilmişti. Hedefteki okların aldığı puan ile sürenin bir matematiksel hesaba tabi tutulması ile sporcunun skoru elde ediliyordu. Zihgîr (okçu yüzüğü) kullanmam ve oku yayın sağ tarafından atmam, bana büyük bir avantaj sunuyordu. Zaten birkaç haftadır çalışıyordum da müsabakanın bu bölümü için. Tek sorun, okların tek tek tirkeşten veya yerden alınması zorunluluğuydu. Oysa başparmak çekişi ile ok atarken, kirişi çeken elde yedek iki veya üç ok tutmak ve bunları seri bir şekilde gezleyerek atmak mümkündü. Bir gün önceki konuşmamda, bir Selçuklu sikkesindeki böyle bir kompozisyonu göstermiştim katılımcılara. O sikkeyi gördüğümden beri de bu tekniği çalışıyordum. Okları tirkeşten tek tek alma kuralı hızımı azalttıysa da bu ilk etapta okların hepsini 26 saniyede hedefe atmayı başardım. Bunların üçü, en yüksek puan bölgesi olan 5’teydi.

Hızlı atış yarışması sürerken, 60 yaşlarında ve geleneksel göçebe kostümü giymiş bir adam, 40’larındaki bir arkadaşı ile yanıma geldi. Bunlar yarışmaya başka bir şehirdeki okçuluk kulübünden katılıyorlardı. Beni bir hafta sonra Zigetvar’da yapılacak bir geleneksel okçuluk müsabakasına davet ettiler. Bana Kanunî Sultan Süleyman’ın mezarının da orada olduğunu hatırlattılar. Macarların genel olarak kültürlü ve sofistike insanlar olduğunu söylemeliyim. Bildiğiniz gibi Kanunî bir Macaristan seferinde ölmüş, sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa bunun duyulmasının orduda başıbozukluğa ve belki de isyana sebep olabileceğini düşünüp, padişahın ölümünü gizli tutmuştu. Sultanın iç organları çıkarılıp gizlice defnedilmiş, vücudun geri kalanı mumyalanarak tahterevanda sanki canlıymış –sadece rahatsızlanmış- gibi İstanbul’a kadar getirilmişti. Bu sebeple, Kanunî Sultan Süleyman’ın, biri ülkemizde diğeri Macaristan’da olmak üzere iki kabri vardır. Daha önce de Macaristan’a gelmiş olmama rağmen Zigetvar’ı ziyaret edememiştim. Bu iki beye, orada bulunmaktan ve yarışmaktan onur duyacağımı, kısmet olursa bir sonraki yıl katılabileceğimi söyledim. Sohbeti kesip müsabakaya devam ederken, bir gün Zigetvar’da da ecdadın stili ile ok atarak, o topraklarda şehit düşmüş atalarımızın ruhlarını şâd etmeyi diliyordum içten içe…

O günün devamında, İngiliz geleneksel okçuluk disiplinleri olan “clout shooting” ve “roving mark” yapıldı. Bu iki disiplin Macar okçuların çoğu için de alışılmışın dışındaydı. Bu yıl ilk kez uygulanan bu disiplinlerden clout shooting, yere çizilen ve merkezi belli 4 m çapındaki bir dairenin içine 180 yard (165 m) mesafeden ok düşürmeye çalışmaktı. Roving mark ise, bir bayrak ile işaretlenen noktaya (veya yakınına) ok düşürmekti. Ama ok havaya dikiliyor, azami yüksekliğe ulaştıktan sonra aşağıya dik olarak iniyordu. Bu atış disiplini, kale duvarlarının üstünde veya arkasında bulunan düşmanı vurmaya yönelik becerinin kazanılması için yapılan bir pratikten doğmuş. Sanırım en düşük performansı gösterdiğim bölümler bu ikisiydi. Daha önce hiç yapmadığım ve alışık olmadığım bu tarz atışta oklarım genellikle hedefin uzağına düştü.

Son günün en tatlı kısmı, menzil atışıydı. Okun mümkün olan en uzak mesafeye fırlatılmasını temel alan bu disiplinde, Osmanlı kemankeşleri adlarını tarihe altın harflerle yazdırmışlardı. Türk menzil okçuluğu, 600 yıldır kırılamayanlar rekorları ile Batı dünyasının Türk geleneksel okçuluğunu tanımasının ve ona hayranlık duymasının da sebebiydi. Ne var ki, bu müsabakanın galibi önceden belliydi. Steve, 120 libre çekiş kuvvetinde bir yay kullanıyordu. Bu becerikli adam, bu tip kuvvetli yayları çekmek için özel bir teknik uyguluyordu ve büyük bir nezaketle bunu merak eden herkese de öğretti. Hemen herkesin yayları recreational spor yaylarıydı ve çekiş kuvvetleri 50-60 libre civarındaydı. Bu sebeple, menzil atışlarında kimin kazanacağından çok, Steve’in kaç metreye atacağı merak ediliyordu. Ölçülen en uzun atışı 330 m dolaylarındaydı. Yine de müsabakaya organik malzemeden yapılmış bir Osmanlı yayı ile gelemediğime üzülmüştüm. Yurdumuzda Cumhuriyet döneminin ilk kemangeri olan Cem Dönmez bana bunun için bir yay yapmaya soyunmuş ama yetiştirememişti. Osmanlı yaylarının inanılmaz yüksek verimleri sayesinde, uygun ok kullanarak 70-80 libre çekiş kuvvetinde bir yay ile bile 330 metreyi aşabileceğimi sanıyordum.

Gödeny Kupa, şahane bir dostluk atmosferinde ve eğlence ile dolu geçti. Eski dostlarımı görmek ve yeni dostlar kazanmak için fırsat oldu. En önemlisi, çok fazla şey öğrenmeme imkan sağladı. Bittiğinde tadı damağımda kaldı. En büyük iki dileğim, yakın gelecekte bu tip yarışmalarda daha çok okçumuz ile yer almak ve benzer yarışmalarda Macar okçu dostlarımızı Türkiye’de ağırlamak.

Hayalim yabandomuzu: Gerçek koşullarda domuzun tüylerini traşlayacak olan bu ok, bana 5 puan kazandırıyor.

Dr. Gabor Szöllössy, üç boyutlu ayı hedefinin önünde.

Saha okçuluğunda ormanın içinde değişik uzaklıklara yerleştirilen hedeflerden bazıları da iki boyutlu hayvan resimleriydi.

Menzil atışlarında herkes kendi yayını ve oklarını kullandı. Geçen yıl bana yine bir ok hediye etmiş olan sevgili dost Sándor Paku, Osmanlı menzil okları stilinde yaptığı bir oku bana verdi. Fotoğraftaki atışı bu ok ile yaptım.

Organizasyonda büyük bir göçebe kampı kuruldu. Çadırların arasında, Orta Asya “yurt”larının benzerleri de vardı. Türkler ile Macarların ortak geçmişinin bir başka delili olan yurtlar ahşap bir iskelete sahipti ve 5-6 kişinin rahatça barınabileceği kadar yer sağlıyordu.

Gödeny Kupa 2006 fotoğraflarına buradan ulaşabilirsiniz:

http://www.tirendaz.com/tr/?page_id=603