Bir Belgesele Şerh




Kerem Ağacıkoğlu, 1976 yılında Ankara’da doğdu, Zonguldak – Ereğli’de büyüdü. Kdz. Ereğli TED Koleji İlk Kısmını takiben, Kdz. Ereğli Anadolu Lisesinden mezun oldu. Ardından Marmara Üniversitesi İİBF İktisat bölümünü bitirdi. Üniversite mezuniyetinin ardından Cork – İrlanda’da bir yıla yakın çalıştı ve yabancı dil bilgisini ilerletti. Önceleri işten basit bir kaçış olacağını düşündüğü Geleneksel Türk Okçuluğuyla uzun sayılabilecek bir araştırma evresinden sonra, 2018 yılında Tirendâz sayesinde tanıştı ve sonu olmayan bu yol kısa sürede hayatının bir parçası haline geldi. İstanbul’da yaşamaktadır. İngilizce bilmekte ve çevirmenlik yaparak hayatını idame ettirmektedir.

Bir Belgesele Şerh

Söylesem tesiri yok,
Sussam gönül razı değil.

Fuzûlî

Son yıllarda, Türk Okçuluğu adına sevindirici gelişmelerin olmasının yanı sıra ne yazık ki biz geleneksel okçuluğa gönül verenleri üzen gelişmeler de oluyor. Bu olumsuz gelişmelerden biri de devletimizin iletişim kurumu TRT’nin bir projesi olan Türk Okçuluğunun Serüveni isimli yapım. Yapımın oldukça kaliteli unsurlar barındırdığı ve bir kültür değerine yakışır derecede geniş imkânlarla yapılmış olduğu aşikâr. Ancak ne yazık ki, Türk vatandaşlarına hatalı bilgiler vermekle kalmayıp uluslararası okçuluk toplulukları arasında olumsuz, hattâ komik karşılanıyor. Çok güzel bir tabakta sunulan lezzetsiz bir yemek gibi olmuş.

Biz de bu yapım nedeniyle oluşmuş veya oluşacak olan yanlış intibaların bir nebze de olsa önüne geçmek isteyen aklıselim sahibi ve araştırmacı bir Türk okçuluk grubu olarak bu yapıma gerekli şerhleri düşmenin yerinde olacağını düşündük. Çünkü unutulmamalıdır ki, tarih bilimi her ne kadar sosyal bir bilim dalı olsa da, özellikle deneysel tarihin pozitif bilimler de dâhil olmak üzere birçok bilimden faydalanan, yani multidisipliner, bir yapısı vardır. Dolayısıyla pozitif bilimlerden faydalanırken bilimsel metodolojiyi harfiyen uygulamak gerekmektedir. Bu minvalde, belgeselde yapılan ölçümler metodolojiye göre değerlendirilmelidir.

Bu temelde, şerhlerimizi öncelikle yapımdaki metot hatalarına düşmenin ve takip eden makalelerde diğer konulara değinmenin isabetli olacağını düşünüyoruz. Bu şerhleri düşerken ise mümkün mertebe anlaşılır ve basit bir dil kullanmaya gayret edeceğiz.

Belgesel, TDK’da “belge niteliği taşıyan, dokümanter” olarak açıklama buluyor. Yani ”olanı olduğu gibi gösteren“ ve bunun belgesi olan anlamına geliyor. Yani bir belgeselde, her ne kadar dramatik etki bırakacak unsurların kullanılması kabul edilebilir olsa da, yansıtılan bilgilerin gerçek olması temel kuraldır. Bu durumu aklımızın bir köşesine yerleştirerek ilerlemek faydalı olacaktır.

Söz konusu belgesel yaklaşık 45’er dakikalık 6 bölümden meydana geliyor. Her bölümün başında da aynı açılış görüntüleri bulunuyor. Çok hoş kostümler, atlı sahneler, zırhlı askerler… Kısacası yapıma aktarılmış hatırı sayılır bir bütçe var ve daha bu noktada yanlışlar başlıyor. Ormanda açık alanda üzerlerine yaprak örtüp av bekleyen eski zaman insanları ve ellerinde bilek kalınlığında mızraklar. Avını gördüğü betimlenen avcı ilk-insan doğrularak bu mızrağı “fırlatıyor”. Evet, fırlatıyor. Mızrak, bilindiği kadarıyla bir av ve savaş silahı olup, esasen fırlatma değil dürtme amacıyla hazırlanıp kullanılan bir silah. Mızrağın kısa mesafelere fırlatılarak kullanıldığı doğru, ama bu mesafeler yay ile atılan okun etkili mesafeleriyle ulaştığı mesafelerle kıyaslanamayacak kadar kısa. Gerçek anlamda bir fırlatma silahı olarak ortaya çıkan mızrak benzeri silahlar, okun atası sayılabilen ve manivela görevi gören bir aletle fırlatılan, “atlatl” veya “vumera” adı verilen çok daha hafif projektillerdir.

1

Foto 1[1] : Atlatl Yine de bu teatral sahneleri göz ardı ederek şerhlerimizi düşerek ilerlemek yerinde olacaktır.

Belgeselin 1. Bölümü: Asurlular

İlk bölümün ilk deneyi bir mızrağın yine fırlatılarak kullanılması üzerine yapılıyor. Eski dönemlerdeki avlanma tekniklerini tabii ki tam olarak bilemeyiz. Ancak, bir avı ürkütmeden yaklaşmak veya beklemek makul bir yöntemken, çalı arkasından zıplayarak çıkmak ve eldeki mızrağı havada daireler çevirip fırlatmak ne kadar gerçekçi ve efektif bir avlanmadır, bunu tahmin etmek çok da güç olmasa gerek. Tabii ki fırlatmaya uygun olmayan bir silahın havadaki uçuşu bu sahnede gösterilmiyor. Bekleme avı yapan bir avcı, bu kadar büyük vücut hareketlerinin avı ürküteceğini, hayvanın saniyenin kesitleri içinde ortadan kaybolacağını bilir. Doğrudan elle fırlatılan bir mızrağın saha şartlarında etkili olabilmesi için ya ağaç üzerinden doğrudan hayvana fırlatılması ya da avlanacak hayvan düzenli bir sürek avında sıkıştırılıp sarıldıktan sonra çok sayıda avcı tarafından kısa mesafeden atılması gerekir. 2

Foto 2[2] : Ağaç üzerinde mızrakla bekleme avı yapan avcı (Tim Wells).

3

Foto 3[3] : Sürek avında köpekler tarafından sıkıştırılmış yaban domuzunu mızrakla dürterek avlayan avcı.

Bu bahsi geçen metotlar, günümüzde mızrakla avlanan bazı meraklılar ve antropologların avcı-toplayıcı toplumlarda gözlemledikleriyle teyit edilmektedir. Atış sonrasındaki değerlendirmede 5 farklı monitörde ve kronometre gibi görünen büyük bir dijital saat ekranında çeşitli değerler gösteriliyor. Ancak deneylerin gerçekleştirildiği alanda herhangi bir sensör gözümüze çarpmıyor.

Bir sonraki aşamada tarihöncesi yaylara (belgeselde ‘ilk yaylar’ diye zikredilen yaylara) benzer bir numune yapılarak, bunların nasıl çalıştığı gösterilmek isteniyor. Arkeolojik buluntu olarak ele geçen en eski yaylar, ülkemizde de bulunabilen karaağaç (Holmegaard yayı), çam (Stellmoor yayı) gibi ham maddelerden yapılırken, denenecek olan numune için meşe ağacı odunu kullanılıyor. Hedef düzenlemesi ise, bir balistik jel bloğunun 5-10 cm önüne gerilmiş ince bir deri. Deri kuru mu yaş mı, ham mı tabaklanmış mı pek belli değil ve balistik jele bitişik olmadığı için gerçekçi bir model oluşturmuyor. Nitekim kemik ok ucu karşısında etkisi de neredeyse yok gibi. Atışların yaklaşık 15 metreden yapıldığı gösterilirken, okun hedefe 2 saniyede vardığı söyleniyor. Yani ok saniyede 7,5 metre yol alıyor. Ok hızı genel geçer durumda fps, yani okun bir saniyede aldığı foot (0,304 metre) cinsinden mesafe olarak ifade edilir. Yani, 7,5/0,304 gibi basit bir hesap sonucunda okun (7,5/0,304) 24,67 fps hızla yol aldığı ifade edilmiş oluyor ki bu basit bir ahşap yay için dahi oldukça düşük bir hız. Üstüne üstlük ok balistik jelin içine göz kararı ~12 cm kadar saplanıyor ve bu derinlik ölçülmüyor.

Bu noktada belirtmek isterim ki saha deneylerinin araları da yine teatral canlandırmalarla süslenmiş. Bu canlandırmalarda rol alan aktörlerden tarihsel ve teknik gerçekliklere uymalarını tabii ki beklemiyoruz. Bu sebeple, buradaki hatalara değinmeden geçiyoruz. Ancak yine de belirtmek isterim ki bunlara da dikkat edilmiş olsa tabii ki çıkan iş daha hoş olabilirdi.

Sonraki adımda, meşeden yapıldığı söylenen Holmegaard yayının ölçümlerine geçiliyor. Yayların çekiş gücü (çekiş kuvveti) uluslararası literatürde libre (pound) cinsinden ifade edilir. Belgeselde kilogram cinsinden ifade ediliyor. Bunda kesinlikle bir sakınca yok. Yapım Türkçe olduğu ve Türk seyircisine hitap ettiği için daha bile uygun olduğu söylenebilir. Tabii ki yapılan ölçümler ve aktarılan veriler birim bakımından doğru ve tutarlı olduğu sürece!

Holmegaard yayının bu ölçümünde 7 kg civarlarında bir çekiş kuvvetinin zorlandığını görüyoruz. Yani yaklaşık 14 libre. Ancak kamera ölçümde kullanılan kantarın ekranını gösterdiğinde kg veya libre cinsinden birimi değil, dara modunda ölçüm yapıldığını görüyoruz. Bir sonraki bilgisayar ekranı havası verilen görüntüde yay uzunluğunun 45 cm, menzilinin 20 metre, gücünün 7 kg olduğu gösteriliyor. Hâlbuki ölçülen yayın boyunun 45 cm’den çok daha uzun olduğu en kaba bir gözün dahi fark edebileceği kadar belirgin olarak görülebiliyor. Burada menzil değerine ulaşılırken hangi ağırlığa sahip bir ok kullanıldığına ise değinilmiyor. Yayla atılan bir okun ağırlığı hem ulaştığı mesafe hem de hedefte yol açması beklenen saplanma derinliği bakımından büyük önem taşır. Rakamların değişmeye başladığı ekranda yayın uzunluğunun 150 cm’ye, menzilin 28 metreye, çekiş gücünün 8-9-10 kg’ye çıktığı görülüyor. Şimdi hazır olun! İşi ciddiye alan bir okçuluk forumunda[4] aslına uygun malzemelerle ve aslına uygun biçimde ve ölçülerde yapılan bir Holmegaard yayının 24 inç yani yaklaşık 60,5 cm mesafede tam çekişe gelebildiğinden ve bu çekiş mesafesinde 48 librelik yani yaklaşık 24 kilogramlık bir çekiş gücüne ulaşabildiğinden bahsediliyor. Ayrıca günümüze kadar bulunan en eski yay olan Holmegaard yayının boyunun 170 ila 180 cm uzunluğunda olup genişliğinin de 6 cm’den fazla olmadığı biliniyor. Zaten geyik büyüklüğünde bir hayvanın öldürülebilmesi için gereken asgarî yay kuvvetinin de bu civarlarda olması gerekiyor.

Sonraki sekansta kompozit yayın ilk örneklerinden olan bir Asur yayının yapımına geçiliyor. Sinirler ayıklanıyor, balık tutkalları eritiliyor. Tezgâhta bulunan bir yayın üzerine sinir sarılıyor. Buraya kadar çok hoş! Bilindiği kadarıyla organik bir kompozit yayın yapılması 1 ila 2 yıllık bir süre gerektiriyor. Harcıâlem yaylarda bu süre her ne kadar azalabilse de 1-2 gün kadar kısa sürelere inilemiyor. Bu konuda bilgi verilmeden döner platform üzerinde bir yay gösteriliyor. Bu yay, kabzasına deri ip sarılmış olan ve modern tekniklerle yapılmış olan bir lamine yay. Hattâ yay dönerken, yayın alt kolu üzerinde oldukça tanınmış bir üreticinin damgası bile görülebiliyor.

Asur yayının denenmesi üzerine bir sonraki adımda balistik jelden yapılmış insan gövdesi figürünün önüne bir zırhı taklit etmesi için enteresan bir zırh simülasyonu yerleştiriliyor. Bu sözüm ona zırh ne lamelar, ne döküm. Bronz mu pirinç mi belli değil. Kalınlığı da ifade edilmeyen enli ve ince şerit levhaların sepet örgüsüyle birbirine geçirildiği bir geniş levha zırh numunesi olarak hedefe koyuluyor[5]. Bu levhanın arkasına, arada mesafe bırakılarak jel gövde yerleştiriliyor. Tirendâz çatısı altında yaptığımız saha çalışmalarından bildiğimiz kadarıyla, zırhın yapısı, gövdeye bitişik veya gövdeden ayrık olması durumu, arkasında kumaştan mamûl bir katman olması zırhın etkinliğini ve okun saplanma derinliğini, etkinliğini dramatik olarak etkileyebiliyor. Bunun yanında Asur piyadelerinin kalın yünden gömlek üzerine genellikle bronz bir zırh giydikleri biliniyor[6]. Ayrıca hem belgeselde hem de diğer kaynaklarda görülen duvar kabartmalarında gerek Asur ordularında gerekse Asur ordularının karşı karşıya geldiği Akad ve Babil ordularında kullanılan zırhların lamelar (küçük metal pulların üst üste birbirlerine tutturulduğu) veya askılı sertleştirilmiş kalın deriden yapılmış tek parça zırhlar olduğu çok net biçimde seçilebiliyor. Gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda bulunan zırh kalıntılarından ise lamelar metal zırhlarda kullanılan malzemelerin bakır, çeşitli bakır alaşımlar ve çoğunlukla da bronz olduklarını öğreniyoruz.

45

Foto 4-5[7] : Londra’daki The British Museum envanterindeki Bronz Lamelar Asur zırhı kalıntısı ve esirleri yönlendiren zırhlı Asur askerlerini tasvir eden duvar kabartması.

Bu zırha yapılacak atışlar için kullanılan yayın çekiş kuvveti hakkında herhangi bir bilgi verilmiyor ve atışlar iki ayrı mesafeden gerçekleştiriliyor. Bu atışlardan ilkinin 15 metreden, ikincisinin ise 10 metreden yapılacağı ifade ediliyor. Ancak deneylerin gerçekleştirildiği laboratuvar ya da stüdyonun zemininde çizili olan mesafe ölçeğinden gördüğümüz kadarıyla; hedef 1,5 metre civarlarına yerleştirilmiş ve atıcı da 14 metre çizgisinden atışını gerçekleştiriyor. Yani 15 metre atışı 12,5 metreden yapılıyor. 10 metre atışında ise atıcı bu sefer gerçekten 10 metre çizgisinde ancak hedef yine 1,5 metre çizgisi civarında duruyor. Yanı atış 8,5 metreden. Bu arada görüntülerde arada bir Asur yayının bir anda İskit yayına dönüştüğüne, üç parmakla yapılan çekişin bir anda başparmak çekişine döndüğüne de şahit oluyoruz. Ancak bu gibi hatalar büyük ihtimalle post-prodüksiyonda yani çekim sonrasında, görüntü düzenleme ya da montaj sırasında konuyla ilgili bilgisi olmayan teknisyenlerden kaynaklanıyor. Dolayısıyla çok da üzerinde durmuyoruz, ancak bunların da göze battığını belirtmek istiyoruz. Ayrıca, post-prodüksiyon safhasının da bir gözetmen tarafından takip edilmesinin ve sürecin belli aralıklarla denetlenmesinin adamakıllı bir belgesel kotarılmasındaki öneminin altını çizmek istiyoruz.

Sonuçlara gelecek olursak; okun hızının 150 km/s’e ulaştığı ve böyle bir okun da zırhı delip balistik jelin 5 cm içine girdiği ifade ediliyor. Okun hızı, ok hızı ölçümlerinde genel kabul gören birimlerde yaklaşık 137 fps’ye (41,75 m/sn) denk geliyor. Yayın üzerinde markası görünen üreticinin sayfasında, 55-60 libre çekiş kuvvetindeki Asur yaylarının 235-240 fps yani yaklaşık 260 km gibi oldukça yüksek hızlara ulaştığından bahsediliyor. Maalesef, gerek üreticinin gerek belgeseli çekenlerin ok ağırlığı telaffuz etmemiş olmaları, verilerin kuşkuyla karşılanmasına yol açıyor. Belgeselde verilen hızın zırh delme etkinliği üzerine yorum yapabilmek için, okun ulaşacağı olası kinetik enerji seviyelerini, 30 ile 62 gram ağırlığında okları 137 fps hızla hesaplayarak tespit ettik. Bu enerji seviyelerini de literatürde büyük hayvan avı için aranan asgarî enerji seviyeleriyle karşılaşırdık. 51 gram ağırlığında muhayyel bir ok, hesaplamamızda 33 foot pounda (44,74 Joule) ulaşarak, küçük geyik türleri için verilen asgarî kinetik enerji seviyesi olan 30 foot poundu (40,67 Joule) ancak aşabildi. Siyah ayı ve yaban domuzu gibi büyük hayvanlar için verilen asgarî değer olan 40 foot pound’a (~55 Joule) ulaşmak için 62 gram ağırlığında bir muhayyel ok gerekti. Bir fikir vermesi için söyleyelim, 62 gram ağırlığında oklar, çekiş kuvvetleri 120-150 lbs olan İngiliz savaş yaylarıyla atılan, oklavayı andıran oklardır. Buradan da ya verilen 150 km/h hızın rastgele telaffuz edilmiş asılsız bir hız olduğunu veya deneyde kullanılan yayın savaş koşullarında kullanılamayacak kadar güçsüz olduğunu ve otantik olmaktan uzak oldukça zayıf bir zırh numunesi kullanıldığını anlıyoruz. Kısacası bu deneyin de belgesel yapımına yönelik bir canlandırma olması açısından gerçeklerden uzak ve baştan savma bir ciddiyetsizlikle yapıldığını görüyoruz.

Asur yayından sonra sıra İskit yayını denemeye geliyor. İskit yayı hakkında birkaç bilgi verildikten sonra yayın bazı değerleri yine üstünkörü bir şekilde ölçülüyor ve laboratuvarda atış faslına geçiliyor. Yay ustasının daha önceden geleneksel yöntemlerle ve organik malzemelerle yaptığını iddia ettiği yay ise, üzerindeki logodan anlaşıldığı üzere, yine Asur yayını imal eden yabancı ustanın elinden çıkmış lamine bir İskit yayı. Bu yay laboratuvarda ölçüme alınıyor. Dengesiz bir biçimde sabitlenen yay, çekiş mesafesi dikkate alınmaksızın 35,66 kilograma kadar çekiliyor[8]. Yani 78,61 libre. Yay üreticisinin sayfasına baktığımızda bu yayın 28 inçte ölçülen 30 ila 65 librelerde yani, 13- 29 kg aralığında üretildiğini görüyoruz.

İskit yayının atış denemelerinde atıcının bu yayla üst üste kaç atış yapabileceği görülmek isteniyor. Amaç yayın çok güçlü olduğunu, İskitlerin bu yayı kullanırken ne kadar zorlandıklarını görmek (galiba). Hedef üzerindeki ok sayısına bakıldığında atıcının yaklaşık 18-20 ok attığı görülüyor. Deney yapılırken masada duran uzmanlar, vücut ısısının arttığından ve nabzın yükseldiğinden bahsediyorlar. Yani, her sporda olduğu gibi ok atılırken de normal karşılanması gereken değişikliklerden bahsediyorlar. Burada da bir standart, parametreleri hangi referanslara göre değerlendirdiklerine dair bilgi yok!

Sonuçlara gelecek olursak; atış kalitesini değerlendirmek için ilk ve son atış arasındaki farkın göz önüne alınması gerektiğinden bahsediliyor. İlk atışın hızının 183 km/h, yani 166 fps (50.59 m/sn), olduğu, çekiş mesafesininse 67 cm yani yaklaşık 26 inç olduğu belirtiliyor. Nedenini bilmediğimiz bir şekilde kol kasının sıcaklığının 37,4 derece olduğu da ayrıca ifade ediliyor! Tam olarak kaçıncı atış olduğu belirtilmeyen son atışa gelindiğinde ise; çekiş mesafesinin 60 cm yani 23,7 inçe düştüğü, ok hızının 156 km/h, yani 142 fps’ye (43.3 m/sn) düştüğü, kol kası sıcaklığının 2,2 derece yükseldiği ve atıcının isabet kaydedemediği belirtiliyor. Açıkçası, bu ölçüm yöntemine bakıldığında benim aklıma kafası kesilmiş bir halde ortada sağa sola koşuşan bir tavuk geliyor. Neyi, neden, kime göre ölçüyoruz? Bu veriler neyi gösteriyor? Hiçbiri belirtilmiyor. Bu ölçümlerin yapılması, gerçekte herhangi bir atıcının kişisel bazı verilerinin toplanmasından başka bir amaca hizmet edecek nitelikte değil. Tabiri caizse, bir çocuğun bir yerlerden bir şerit metre bulup evde gördüğü her şeyin boyunu ölçmesi gibi bir şey. Sonuç olarak bu testin sonucunda atıcının söylediği şey “İskitlilerin neden çocukluktan itibaren antrenmanlara başladığını artık daha iyi anlıyorum.” Yani?

Bu noktada bir parantez açmak istiyorum. Belgeselin bu ilk bölümünde en çok kulağımı tırmalayan ve odaklanmamı zorlaştıran şeylerden birinin de İskitlere “İskitliler” denmesi olduğunu belirtmek zorundayım. İster spora, ister tarihe yönelik olsun, bir “belgesel” projesinde bu gibi hataların yapılması hem can sıkıyor hem de TRT gibi bir kurumun itibarını düşürüyor.

Bir sonraki adımda, iki farklı İskit ok ucu replikasının takıldığı numune oklar yapılarak bunların travma etkisi gözlemleniyor. Konseptin bir yere kadar doğru olduğu söylenebilecek olsa da uygulamada yine bazı eksiklikler ve yanlışlıklar var. Örneğin otantik İskit ok uçlarından çok daha büyük replikalar kullanılıyor. Ok yapım yöntemleri de hatalı. Ok çubuğunun ucu neden yakılıyor? Ok ucu sabitlenirken neden modern bir hızlı yapıştırıcı kullanılıyor? Okun yapım yöntemi testin amacıyla bağlantılı olmasa da göze batan birçok çirkin ayrıntı var ve bunlar süslenerek yedirilmeye çalışılmış.

67

Foto 6-7: Gerçek bir İskit ok ucundan kalıp alınarak kopyalanmış bir replika ve gerçek bir kancalı İskit ok ucu (kanca zaman içinde aşınarak ufalmış)

Atışlara gelince, bunlar aynı yayla ve aynı atıcı tarafından değil farklı atıcılarla ve farklı yaylar kullanılarak gerçekleştiriliyor. Atıcıların çekiş mesafeleri ve yay çekiş kuvvetleri standardize edilmediği hallerde, bu atışların herhangi bir güvenilir veri eldesine hizmet etmeyeceği açıktır. Sonra balistik jel içindeki saplanma derinliği ölçülüyor ve “uzman kişi” görmek istediği şeyin okların ne kadar derinliğe saplandığı değil, ne kadar etki bıraktığı olduğunu ifade ediyor. Burada her nedense sadece okların çıkarılması sırasındaki travmaya dikkat çekilmeye çalışılıyor. Gelgelelim okların giriş sırasında bıraktıkları etki de gayet belirgin biçimde görünür olmasına rağmen buna hiç değinilmiyor. Akabinde oklar yaralı bir bedenden mahir ellerle çıkarılır gibi değil, ancak gelişigüzel bir şekilde çekilerek çıkarılıyor. Şunu hemen belirtelim, tıbbın en eski dallarında biri savaş cerrahisidir ve Antik Yunan’dan itibaren savaş cerrahları ok yaralanmaları konusunda ihtisaslaşmışlardır. Bugün dahi tıbbî terminolojide “hekim” anlamına gelen “iatros” kelimesi, etimolojik olarak “ok çekmek” ile ilişkilidir. Elbette ok yaralanmalarının tedavisi yaralı ve onun tedavisiyle ilgilenen cerrah için çok önemli bir sorundur, ancak okun primer travmatik etkisi açtığı yaranın derinliği ve çapıyla alâkalıdır. Bütün araştırma ve çalışmalarda da bu parametre dikkate alınır. Ayrıca her ne kadar otantik oklar kullanılmamış olsa da, daha az travmaya neden olacağı iddia edilen ok ucunun giriş sırasında daha yıkıcı bir tahribata neden olduğu çok açık bir şekilde görülüyor. Kamera tek açıdan çekim yaptığından, okların ayrı ayrı etkilerini ayrıntılı bir şekilde görmek mümkün olmadığı gibi, herhangi bir ölçek ve ölçüt de kullanılmadığından neyin ne olduğu anlaşılmıyor.

8

Foto 8: Afrodit’in oğlu Aeneas’ın Truva savaşı sırasında bacağına saplanan okun bir hekim tarafından forseps yardımıyla ve özenle çıkarılışını gösteren fresk.

Sonraki sekansta, atlı okçuluktan bahsediliyor. Burada, üzenginin icadıyla birlikte atların harp sahasında ne kadar etkili kullanılmaya başlandığından bahsediliyor. Bu muhakkak ki itiraz edilemeyecek bir gerçek. Ancak bu noktada, belgesel içinde uygulamaya dökülmeden belki atlı savaş arabalarının savaşlarda kullanım şekline de değinilebilirdi diye düşünüyorum. Nitekim daha bölümün başında gösterilen Asur duvar kabartmalarında savaş arabası içinde ok atan savaşçıların tasvir edildikleri de gösterilmişti. Böylece üzenginin nasıl büyük bir pratik avantaj sağladığı ve atların artık bir insan taşıyabilecek kadar büyümüş olduklarına da değinilmiş olabilirdi.

Kaynaklar

[1] Görüntü YouTube abdulkabza kanalındaki A Bow and Atlatl Day & A Visit To A Friend başlıklı videodan yakalanmıştır. (Erişim tarihi: 10.01.2021)

[2] Görüntü YouTube Ozark’s Creek and Timber kanalındaki Savage Spear Hunting Compilation Vol. 2 başlıklı videodan yakalanmıştır. (Erişim tarihi: 10.01.2021)

[3] Görüntü YouTube Ozark’s Creek and Timber kanalındaki Savage Spear Hunting Compilation Vol. 2 başlıklı videodan yakalanmıştır. (Erişim tarihi: 10.01.2021)

[4] http://www.bowsoftheworld.com/ (erişim tarihi 24.12.2020)

[5] Sepet örgüsü gibi zırhlara genelde Nordik kültürlerde yapıldığı iddia edilen deriden mamul replikalar biçiminde rastlanıyor. Aramama rağmen orijinal bir kalıntıyla ilgili herhangi bir fotoğraf bulamadım. Ayrıca metalden yapılanına da şahsen rastlamadım.

[6] Gabriel R. A., The Ancient World, London, 2007: 204-205

[7] https://www.ancient.eu/ (Erişim tarihi: 10.01.2021)

[8] Bu yayın oturtulduğu tezgâh üzerinde çekiş mesafesini ölçen herhangi bir düzenek göze çarpmıyor. Testi gerçekleştirenler de bu mesafeyi ölçme gayretinde veya tasasında değiller.