Türk-İslâm Kültüründe Avcılık ve Osmanlı Kompozit Yayı-1. Bölüm




Dr. Murat Özveri

Benden selam olsun Bolu beyine 
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
Ok gıcırtısından gürzün sesinden
Dağlar seda verip seslenmelidir

Düşman geldi tabur tabur dizildi 
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfenk icâd oldu mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır

 

Bir seri olarak tasarladığımız ve Türk kompozit yayının gelişiminin Türk avcılık tarihi içindeki yeriyle anlatıldığı makaleler dizisinde, zaman cetvelinde ilerledik ve günümüze en yakın aralığa geldik. Geçen sayıdaki makalede Selçuklu dönemini “Erken İslâm dönemi” diye tasnif ettik, çünkü Oğuzlar’ın Kınık boyundan gelen bu Türkler İslâmiyeti devlet dini olarak kabul etmiş olsalar da hâlâ eski dinlerinden ve törelerinden büyük izler taşıyan bir medeniyet yaratmışlardı.

Türk-İslâm döneminde, kurumlarıyla oturmuş ve tebâsı içinde hâlâ göçebe Türkmenler barındırsa da tipik bir din-tarım toplumu özellikleri taşıyan Türk medeniyetlerinden söz edeceğiz. Aslında İran’ı yöneten Safevî ve Kaçar gibi Türk hanedanları, Mısır’da hüküm süren Kafkas-Türk yöneticilerin askerî seçkin yönetici sınıfı, hattâ genetik profillerindeki Moğol unsurlara rağmen Türk kültürel nitelikleri inkâr edilemeyecek Babürşahlar, bu Türk-İslâm kimliğinin bir parçasıdır. Ancak, 16. yy itibarıyla Balkanlar’dan İran, Hindistan’a ve Kuzey Afrika’ya kadar yayılan bu medeniyetler içinde bizi siyâsî ve kültürel olarak doğrudan ilgilendiren elbette Osmanlı Devleti’dir.

Babürname'den av sahnesi 1590-93

 

Resim 1 : Babürname’den Av Sahnesi

Selçuklu kültüründeki “geçiş dönemi” özellikleri devlet yönetiminden gömü geleneklerine kadar uzanan bir dizi uygulamada kendini gösterir. Muhtemelen Osmanlılar’ın kuruluş döneminde de durum böyleydi. Ama 15. yy ortalarından itibaren durum değişecektir. Osman beyin babası Ertuğrul, Söğüt civarına muhtemelen Selçuklu Devleti tarafından yerleştirilmiş küçük bir konatın lideri olarak tarih sahnesine çıktığında, oğlunun üç kıtaya yayılacak büyük bir imparatorluğun kurucusu olacağını asla tahmin edemezdi. Osman Gazi tarafından 14. yüzyılın hemen başında kurulduğu kabul edilen Osmanlı Devleti, Yıldırım Bayezid’in Emir Timur’a mağlup olduğu Ankara Savaşı’ndan sonra bir fetret dönemi yaşayacak, “Çelebi” lâkaplı I. Mehmed bu kaosu bitirecek, ama imparatorluğun temellerini asıl atan, onun “Fâtih” unvanıyla mâruf olacak torunu II. Mehmed olacaktır. Fâtih’in babası II. Murad aslında muhteşem bir diplomat ve başarılı bir mareşal olarak oğluna iyi bir altyapı hazırlayacak, ama devşirmelerden kurulu yepyeni bir imparatorluk bürokrasisi yaratacak ve diğer Türk-Müslüman kurucu ailelerin Anadolu’daki hegamonyasına son verecek sultan II. Mehmed olacaktır.

Makale dizimiz Türk avcılık kültürünün tarih içindeki macerasını Türk kompozit yayının gelişim çizgisi bağlamında anlatma amacı güttüğünden, lafın başında önemli ve ilginç bir noktaya parmak basmakta yarar var: Osmanlı askerî tarihi çalışan akademisyenler Osmanlı’yı bir “Barut İmparatorluğu” (gunpowder empire) olarak görür. Özellikle Batı’nın gözünde -Orta ve Doğu Avrupa başta olmak üzere- Osmanlı fetihleri, elit merkez ordusunun piyadesi yeniçeri ve yeniçerinin elindeki tüfek ile ilişkilidir. Gerçekten de 1444 gibi çok erken bir tarihte yeniçeri bir tür hafif ateşli silahla teçhiz edilmiştir. Teknolojik olarak biraz daha iyi, kaval namlulu ve fitille ateşlenen musketler ise III Murad döneminde orduya girecektir. Tüfeğin kullanımı büyük bir hızla yayılsa da ok ve yay 300 yıla yakın bir süre askerin repertuarından çıkmayacaktır. Bu şaşırtıcı derecede uzun geçiş süreci, yayın bazı balistik/taktik özelliklerinin erken dönem ateşli silahlarının çok üstünde olmasındandır. Üst üste daha çok atış yapabilmesi, çatışma mesafelerinde daha yüksek isabet oranlarına ulaşması, mekanik aksamdan kaynaklanan ateşleme hataları yapmaması, karabarutun yol açtığı ve görüşü bozarak hem sahadaki askerin hem komuta kademesindekilerin işini zorlaştıran dumanın yokluğu bu avantajlardan bazılarıdır.

O zaman akla şu soru gelmelidir: Yay daha iyi idiyse, tüfek nasıl ve neden kullanıma girmiştir? Birincisi, tüfek mermisinin taşıdığı kinetik enerji daha yüksektir, dolayısıyla zırhlı düşman üzerinde etkisi daha büyüktür. İkincisi, özellikle ilk zamanlarda, ateşli silahları tanımayan düşman üzerindeki psikolojik etkisi korkunçtur. Cephanesi daha ucuz imâl edilebilir ve taşıması daha kolaydır. Bu büyük çaplı, kaval namlulu tüfeklerle durum gerektirdiğinde taş, toprak, cam kırığı vs. bile atılabilir. Ok ise hem yapım mâliyeti yüksek hem taşırken ve saklarken hassas davranılması gereken bir cephanedir. Ama en önemlisi, tüfek kullanmayı öğrenmek ve bunda ustalaşmak, ok atmakta ustalaşmaktan çok daha hızlı ve kolaydır. Kazanılan becerinin korunması için düzenli tâlim yapılması ve fiziksel kuvvetin en üst seviyede tutulması gibi gereklilikler de tüfekte yoktur. Yaşadığımız coğrafyada, profesyonel orduların sona erip vatandaştan devşirilen askerlerle kurulan ordulara geçiş süreci, tercih edilen silahı da doğrudan etkilemiştir.

Osmanlı’nın diğer askerî unsurları olan kapıkulu ve timarlı sipahiler ise, uzun menzilli hafif silah olarak muhtemelen yayı tercih etmeye devam ettiler. Muhtemelen diyorum, çünkü timarlı sipahinin 16. yy gibi erken bir dönemde tüfeğe geçişine dair yazılı belge ve minyatürler mevcuttur. Kanunî döneminde Rüstem Paşa serdarlığında yapılan bir İran Seferi’nde, tüfekle teçhiz edilmiş küçük bir sipahi birliğinin sadrazama giderek tüfeklerden şikâyet ettikleri ve alıştıkları yay-oka dönmeleri için izin istediğini biliyoruz. 16. yy’dan sonra Akıncı Ocağı yerine Osmanlı’nın öncü birlikleri olarak görev yapmaya başlayan Kırım Tatarları’nın ise her daim yayla mücehhez olduğunu biliyoruz. Her halükârda, Viyana bozgununda düşmanın eline geçen ve bugün hâlâ Avrupa müzelerinde sergilenen Türk silahlarının içinde yay ve okların çokluğu, 1683 tarihinde yayın hâlâ önemli bir savaş silahı olduğunu göstermektedir.

Ancak neticede “tüfenk icâd olmuş, mertlik bozulmuş”tur. Anadolu’da 16 yy.’da çıkan ve tarihe “Celâlî İsyanları” diye geçen toplumsal ayaklanmalarda, devlete baş kaldıran çeteler ateşli silah kullanıyorlardı. Üstelik, devletin ateşli silahların halka yayılmasını engellemeye yönelik bütün önlem ve gayretlerine rağmen. İşin en ilginç tarafı ise, Bolu beyine küstahça selam edip dağları sahiplenen ve mâlûm şiirinde “tüfenk”e çamur atan Köroğlu Ruşen’in de bu Celâlî önderlerinden biri olmasıdır. Belli ki, devletin kuvvetlerine karşı elde kılıç-yay-gürz ayaklanan Anadolu Türkmenleri bir şekilde ateşli silah edinmenin yolunu bulacaktır. Bu tarihî olaylara bakarsak, tüfeğin sivil halkın avcılık ekipmanına girişi de bu sıralarda olmalıdır. Ve tüfek bundan sonra yavaş yavaş avcılıkta norm haline gelecektir.

Osmanlı’da avcılık hakkında günümüze ulaşan yazılı bilgi, hânedan, saray mensupları ve askerî elitin avlanma kültürüyle ilgili olup halkın nasıl avlandığına dair bilgi yok denecek kadar azdır. Sadece, pâdişaha ayrılan avlaklarda (şikârgâh-ı selâtin) izinsiz av yapılmasını yasaklayan fermanlardan, halkın da avlandığını bilmekteyiz. Ama ateşli silahlar öncesi dönemde hangi silahlarla ya da yöntemlere avlandıkları konusu tamamen karanlıktır. Ancak Anadolu’da bugün de uygulanan sürek avlarının önceleri yay-ok ve sonra tüfekle yapılageldiğini düşünebiliriz. Yırtıcı kuşlarla avcılık da halk tarafından yapılmış olabilir. Zaten bu avlama yöntemleri Oğuz töresinin devamıdır ve sarayın dışında, halk arasında da korunmuş olması ihtimali yüksektir. Türk kültüründe bir askerî tatbikat niteliğinde olan bu tür avlar, belki timarlarda da bu amaçla yapılıyordu. Neticede, pâdişahların seferler sırasında düzenlediği av partilerinde, timarlardan gelen eyalet askerleri de bulunuyordu ve bu tür avcılığı yöntem-silah-meleke olarak biliyor, hattâ uyguluyor olmaları akla yatkındır. Bunun yanında, birazdan bahsedeceğimiz üzere, pâdişahların düzenlediği büyük sürek avı partilerine köylülerin de katıldığı düşünülürse, yerel halkın bu tür avcılığa âşinâ oldukları kesindir. Yine bugün olduğu gibi tarla beki yaparak, pusu kurarak ya da su başı bekleyerek avlanma tüfekle yapılabildiği gibi yay ve okla da yapılabildiğinden, geçmişte sivil avcıların uygulamış olabilecekleri yöntemlerdir.

Av minyatürü Safevi 15. yy

Resim 2 : Av Minyatürü Safevî

Peki ateşli silahlar öncesinde halk avda ne tür bir yay kullanıyordu? Türk kültüründe norm kabul edilen, dört malzemenin bir araya getirilmesiyle yapılan kompozit yay pahalı bir silahtı. Osmanlı’da daha basit ama avcılık için yeterli performans sağlayacak yaylar kullanılmış mıydı? Belgeler bunun cevabını vermiyor. Seneler önce Şinasi Acar ile kaleme aldığımız bir makalede, 1705 tarihli bir terekeden yola çıkarak “Osmanlı’da basit ahşap yaylar kullanılmış olabilir mi?” sorusuna da cevap aramış, bu makaleyi hem akademik hem popüler mecrâda yayımlamıştık. Sadece ağaçtan yapılan basit ahşap yaylar veya ahşap bir yayın sırtına tendon döşenmesiyle yapılan sinir sırtlı yaylar, yapımları yine belli bir derecede ihtisas gerektirmekle beraber, kompozit yaya göre daha kolay ve ucuz imâl edilebilirler. Savaş yaylarının tersine, av yayları çok daha düşük kuvvette yapılabilir. Anadolu’da böyle yaylar yapıldı ve kullanıldı mı? Bununla ilgili bir zanaat ve zanaatkârlar var mıydı? Mesela İstanbul’da sivil piyasaya hitap eden yaycı ve okçu esnafı olduğunu biliyoruz. Hattâ Evliyâ Çelebi 17. yy’da bu esnaf ve dükkânları hakkında, sayılarından bulundukları yerlere kadar detaylı bilgi vermektedir. Bu yay-ok üretimi avcıların ihtiyacını mı karşılamaktaydı, yoksa o dönemde sportif bir aktiviteye bir hayli evrilmiş olması gereken okçulukta, okmeydanlarına rağbet eden menzil okçularına mı hitap etmekteydi? Tarihin bu kesitinde devletin sivil halkın silahlanmasına yönelik bir sınırlaması olup olmadığını araştırmak gerekir. Taşradaki durumun ne olduğu da açık değildir. İstanbul’un çeşitli ticaret yollarıyla bilinen dünyanın büyük bölümüne bağlı olduğundan yola çıkarak, kompozit yay yerel olarak üretilmiyor idiyse bile, ticaret ağlarıyla İstanbul’dan taşraya ulaşabildiğini düşünebiliriz. Hattâ sadece İstanbul’dan değil; zamanın büyük şehirleri olan Bağdat, Kahire, Şam gibi kültür merkezlerinden de buralara mal geliyor olmalıydı. Taşrada halkın, en azından biraz parası olanların kompozit yaya erişimi var mıydı? Bu soruların cevapları, bugünkü bilgimiz ışığında cevaplanamayacak gibi görünmektedir.

Sorulacak bir diğer soru şudur: “Dönemin kompozit yayı nasıl bir şeydir?” Serinin daha önceki yazılarında bahsettiğimiz gibi, yaşadığımızı coğrafyayı 7.ve 13. yy’lar arasında fazla bir değişikliğe uğramayan bir yay tipi domine etmiştir. Moğollar, Macarlar, Kumamlar, Avarlar, Selçuklular küçük morfolojik (şekliyle ilgili) varyasyonlarıyla bu tip bir yay kullanmışlardır. Osmanlı yayı ise, bazı morfolojik özelliklerini İran, Kırım Tatar ve Tibet yaylarıyla paylaşsa da aslında son derece kendine özgüdür. Okçuluk literatüründe “Türk yayı” ya da “Osmanlı yayı” diye adlandırılan bu yay, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sonrasında İstanbul’a getirdiği Memluk kemangerlerinin de etkisiyle, 16.yüzyılın ortalarında son halini almıştır. Erken Türk tipi yay biraz kısalmış, yay kollarının uçlarındaki ahşap, rijid (katı, esnemeyen) “kulak”lar ortadan kalkmıştır. Bunun yerine yay kollarının uç kısmında yarı-rijid (kısmen esneyen) “kasan” denilen bölümler bulunur. Kasan, yatay kesiti üçgen şeklinde olan bir sırttır. Bunun ucunda “baş” denilen bölüm vardır ve başta kirişin takılacağı “tonç kertikleri” ile yay kolu sonlanır. Yayın kabzası da değişmiş, sırt kısmında dışbükey hale gelmiştir. Bu özelliğiyle de Türk yayı birçok Asya yayından ayrılır. Yayın karın kısmında, kasanıyla başı arasında kirişin oturduğu “kiriş köprüleri” birçok Osmanlı yayında yoktur. Osmanlı yayıyla büyük benzerlikler gösteren Kırım Tatar yaylarında norm olan kiriş köprüleri, bazı Osmanlı yaylarında görülür.

Osmanlı yayı mükemmel bir av ve savaş silahı olmasının yanında, 17. yy’dan sonra gittikçe popülerleşen menzil okçuluğunun gereksinimleri doğrultusunda evrimleşerek istisnâî bir spor aletine de dönüşmüştür. Menzil okçuluğu, oku mümkün olan en uzun mesafe atmaya dayanan bir disiplindir. Yay bir savaş aleti olarak popülerken de menzil okçuluğu vardır. Osmanlı’nın ilk başkentleri olan Bursa ve Edirne’de okmeydanları olması bunun kanıtıdır. Hattâ Selçuklu zamanında da menzil atışları yapıldığına dair kayıt mevcuttur. Ateşli silahların yaygınlaşmasıyla, okçuluğun spor tarafı ağırlık kazanmaya başlamıştır. Ancak yay savaşta da avcılıkta da kullanılmaya devam edecektir. IV. Mehmed döneminin İsveç elçisi Ralamb,”avcı” lakaplı, av tutkunu bu pâdişahın Edirne’ye gitmek üzere av halkıyla İstanbul’dan ayrılışını resmettiği meşhur suluboya tablolarında, kıyafet ve kullanılan ekipmanla ilgili birçok ayrıntıyı da işlemiştir. 17.yy’ın ikinci yarısına denk gelen bu zaman diliminde, başta sultanın yakın korumaları Solaklar olmak üzere, mâiyetinin hem tüfek hem yayla teçhiz edilmiş olduğu görülmektedir.