İslam Öncesi Türklerde Avcılık ve Okçuluk




İSLAM ÖNCESİ TÜRKLERDE AVCILIK VE OKÇULUK
Dr. Murat Özveri

İzleri M.Ö. 9. yy’dan MÖ. 1. yy’a kadar takip edilebilen, Avrasya bozkırlarını yurt edinmiş “okçu milletler” Türk kültürünün prototipi sayılabilir. Eski Yunan kaynaklarında “İskitler” diye geçen halk, Karadeniz’in kuzeyinde ve Kafkaslar’da yaşayan, güttükleri hayvanların otlak arayışlarına eşlik ederek at üstünde büyük mesafeler kat eden göçebelerdir. Hemen hemen aynı halk ve onların doğusunda yaşayan toplulukla, İran kaynaklarında “Sakalar” olarak geçer. Modern Arkeoloji ise, konuştukları dilden ve etnik kökenlerinden bağımsız olarak, Avrasya bozkırlarının bu göçebe halklarının tümünü, arkeolojik buluntuların ortak karakterleri gereği “İskitler” olarak adlandırır.

İskitleri Türkler’in ataları olarak tanımlamak kolay değildir, çünkü araştırmalar Hint-Avrupa dili konuşuyor oldukları fikrini kuvvetlendirmektedir. Türkçe ise Ural-Altay dil grubundadır. Onlarla ilgili bilgimiz, İskitler ile askerî ve kültürel etkileşime girmiş ve alfabeleri olan komşu milletlerin tuttuğu kayıtlara dayanmaktadır. Çok geniş bir coğrafyada yaşayan bu okçu milletlerden yazılı bir eser kalmamıştır. Türkçe’nin en erken ve şüphesiz çok önemli yazılı kaynağı olan Orhun Yazıtları ise, II. Göktürk Kağanlığı’na aittir ve çok sonra, MS. 8. yy’ın başlarında yazılmıştır. İskit dilinden/dillerinden günümüze ulaşan az sayıda isim ve kelimenin etimolojisinin Hint-Avrupa dillerine uygun olması, İskitler’in en azından bir kısmının Türkî diller konuşmadığını göstermez. Çünkü, Orta Asya halklarının kendilerine özgü bir ittifak kurma geleneği vardır. Küçük kabile veya boyların liderleri (daha iyi anlaşılması için “beylik” ve “bey” benzetmesi yapabiliriz), aralarında daha karizmatik olan birinin liderliğini geçici olarak kabul ederlerdi. Aslında aynı “diplomatik seviye” ye sahip bu liderler; mesela büyük bir savaş, yağma, belki bir av partisi için, bu daha karizmatik olanın bayrağı altında toplanırlardı. “Eşitler arasında önceliği ve otoriteyi hak ettiği” kabul edilen bu kişinin konumu Latince “primus inter pares” sözleriyle tanımlanır. Eğer böyle bir lider, kabile liderlerini bir araya getiren bir “kurultay” tarafından uzun süreli lider olarak seçilirse “Han” unvânını alır. Mesela, doğum ismi Timuçin olan, Büyük Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu Cengiz Han, unvânını böyle almıştır. Selçuklular’ın kuruluşuna vesile olan ve Gazneliler Devleti’nin mağlubiyetiyle sonuçlanan Dandanakan Savaşı’nı da Oğuz beylerini bir araya toplayan bir kurultay takip etmiş, Tuğrul bey sultan seçilmiştir. Bu gelenek, sonraki yüzyıllarda Selçuklular’ın, Osmanlılar’ın büyük sultanlıklar kurmasına önemli bir katkı sağlayacaktır. Onlar İran ve Bizans kültüründen çok şey alacaklar, ama literatürde “Türk-Moğol” diye geçen arkaik kültür öğelerini, bu devlet kurma geleneğine başarıyla taşıyacaklardır.

Orta Asya ve çevresi değişik dil gruplarına mensup diller konuşan ve değişik etnik kökenlere sahip halklar, küçükbaş hayvan ve at sürüleriyle geçimlerini sağlayan ve hayvanları için otlak ararken bir yerden bir yere göçen topluluklardır. Çoğunluğu animist/şaman inançlara mensuptur. Ekonomilerinde hayvan sürülerinin yanı sıra avcılık ve yağma da önemli yer tutar. Sert geçen bir kışa ya da hastalığa bağlı hayvan telefâtında, bir din-tarım toplumu olan Çin’e yağmalar yapıyor olmalıydılar. Çin’in kuzey komşuları olmaları sebebiyle Çin kaynaklarından haklarında bilgi edinebildiğimiz bu insanlar iyi at binmeleri ve okçuluk becerileriyle bilinirler. Metal işçiliğinden de iyi anlarlar. Türkler’in yaratılış efsânelerinin dikkat çekici bir bölümünü oluşturan Ergenekon’dan Çıkış, muhtemelen onların bu son özelliğiyle ilgiliydi. Nitekim bu insanların mezarlarından çıkan eserler binlerce yıl sonra arkeologlar ve sanat tarihçileri tarafından ”İskit Üçlemesi” olarak tanımlanacaktır: Metal silahlar, at koşumları, stilize hayvan figürlü sanat eserleri.

Türkler’in atası kabul edilebilecek en eski tarihî figür ise Mete Han’dır. Çin’in kuzeyindeki göçebeleri aynı bayrak altında toplayan bu figürün, Türkler’in efsânevî atası Oğuz Han ile aynı kişi olduğunu düşünenler vardır. Çin kaynaklarının “Şiun-nu” dediği (bizim ve çok az Batılı kaynağın “Asya Hunları” dediği) bu çok iyi örgütlenmiş kabileler ittifakı, liderlerinin organizasyonel zekâsı sayesinde, bazı arazileri tarım için kullanıma açmış ve düzenli bir orduyu beslemeye muvaffak olmuştur. Öyle ki, Çin Seddi’nin oluşmaya başlaması, Çin’in bu büyük tehlikeye verdiği cevaptır. Şiun-nu’lar Türkler’in ataları olsun ya da olmasınlar, T.C. Kara Kuvvetleri Komutanlığı, kuruluşunu Mete’nin ilk düzenli orduyu kurduğu bu döneme dayandırır. Bu dönem, M.Ö. 3. yy., günümüzden 2226 yıl öncesidir.

Millet olarak soyumuz kimlere uzanıyor olursa olsun, bu coğrafyanın ortak kültürünü avcılıkta ve savaşta yüzyıllar boyunca korumuşuz. O kadar ki, 17. yy’daki Habsburg Savaşları’nda Avusturya ordularını komuta eden İtalyan Kont Luigi Ferdinando yazdığı kitapta, Türk sipahisinin oklarından sakınılması gerektiği, atılan okların kurassierlerin (göğüs zırhı taşıyan suvariler) zırhlarını bile delebildiği konusunda bir uyarı kaleme almıştır. Bu dönem, ateşli silahların savaş alanlarına girmesinden 250 yıl sonrasıdır. Suvarinin erken dönemdeki gibi saldırıya dayalı stratejilerde kullanılmasından vazgeçilmeye başladığı bir dönemdir. Sipahi, artçı birlikler olarak lojistik sağlayan birlikleri korumaya başlamıştır. Buna rağmen, savaş alanlarında hâlâ korkulan bir güçtür.

At üzerinde savaş becerisi, at üzerinde yaşayan ve avcılıkla savaşın hayatında önemli yer tuttuğu çoban-savaşçının mirâsıdır. Yay ve ok tarih sahnesine çıktıktan sonra okçuyu hareketli av ve savaş stratejilerinde yer alabilir hale getiren ilk araç savaş arabası olmuştur. O dönemde atlar çok küçük olduklarından, yetişkin bir bireyi taşımaları mümkün değildir. Üstelik eyer ve koşum takımlarındaki gelişmeler için de insanoğlunun beklemesi gerekmektedir. Meselâ metal üzenginin icâdı MS. 6.yy’dan önce gerçekleşmeyecektir. Ancak günün birinde Avrasya göçebesi atın üzerine çıkacak, avcılığın ve savaşın en sofistike tarzını geliştirecektir.

Avcılık Avrasya göçebelerinin hayat tarzının bir parçasıydı ve karın doyurma vesilesiydi de. Ancak, bir askerî tatbikat olarak da yapılıyordu. At üzerinde avlanma ve savaşma becerisinin geliştirilmesi ve korunması için geleneksel sürek avlarının tertip edilmesi çok eskiye dayanır. Bu avlarda, bazen günlerce sürülen; insanlar, atlar ve köpeklerden oluşan büyük bir çemberin içine hapsedilen hayvanlar, dönemin silahları kullanılarak öldürülürdü. Yay ve ok temel silah olmakla beraber, bazıları bugün bir av silahı olarak aklımıza gelmeyecek silahlar da burada kullanılırdı. Mızrak, kılıç, topuz ve –belki en ilginci- kurulu bir yayın kirişi ile avlanma sahnelerini gösteren Osmanlı minyatürler vardır.

Sultan I. Bayezid avda

İslâm öncesi Türk topluluklarında yayın yanı sıra mızrak ve kılıcın avda kullanıldığını tahmin edebiliriz. “Cengiz Yasası” diye bilinen kurallar içinde, bu sürek avlarında sıkıştırılan hayvanları çember dışına kaçıranların ölümle cezalandırılacağı yazılıdır. Bu bize, Cengiz Han’ın bilinen dünyanın neredeyse tamamını fetheden ordusunu nasıl hazırladığını göstermektedir. Bu avlanma tarzı, bizim bugünkü sürek avlarına çok benzemektedir. Ancak genellikle çok fazla sürekçi (Osmanlılar’da binlerce kişinin katıldığı sürekler tertip edilecektir), sürülen hayvanların içine çekildiği ağlar, hattâ sonraki dönemlerde çitler vardır. Avcı genellikle at üzerindedir, ama durum gerektirdiğinde atından indiği de tasvir ve târiflerden anlaşılmaktadır.

Hayvanlar çember içine alındığında, günlerdir insandan kaçmaktan yorulmuş, kendi canının derdine düşmüş olurlardı. Bu sebeple; karacayla kurdun yan yana, birbirlerinin düşmanı olduklarını unutarak, ortak düşmanlarından kaçmaya çalıştıkları bir can pazarı sahnesi oluşurdu. Avcılar sırayla ve genellikle siyâsî hiyerarşiyi gözeterek çembere girerler; binicilik ve silahşörlük hünerlerini göstermek, sınamak ve geliştirmek için, oradan oraya kaçışan hayvanları vururlardı. Bazı minyatürlerde açıkça görüldüğü gibi, köşeye sıkışan yırtıcı hayvanların avcıya ve atına saldırması da bu avlarda sıkça karşılaşılan bir sorundu. Avcı, savaşçı becerilerini böyle gerçekçi senaryolarda geliştirirdi. Yay ve oku at üzerinde kullanabilmek bu becerilerin en büyüğüydü. Öyle ki, meselâ İslâm öncesi Türk yiğitleri (bunlara “tarkan” denirdi) miğferlerini şahin tüyüyle süsleme ayrıcalığını, atın üzerinde geriye dönerek isabetli ok atışı yapabildiklerinde kazanırdı. Okçuluk literatüründe ”Part atışı” adıyla geçen bu beceri adını İrânî bir dil konuşan Partlar’dan almış olsa da bu tekniğin en iyi ve en uzun süreli uygulayıcısı olarak tarihe geçenler Türkler oldu. Sahte geri çekilme taktiğiyle düşmanı bir çemberin içine çekerken, kendilerini izleyen düşmana ok atabiliyorlardı. Düşmanı çevirip yok ettikleri ve “hilâl taktiği” diye de bilinen taktiğin sürek avlarına benzemesi, yukarıda anlatıldığı gibi, tesâdüfî değildir.

Ve yay…Yay ve ok, bu avlanma ve savaşma yönteminde temel silahı oluşturuyordu. Ağaç, sinir, boynuz ve tutkalın dâhiyâne birleşimi olan kompozit (katışık/bileşik) yayın geçmişi çok uzundur ve yine savaş arabası kullanıcılarına kadar dayanır. İskitler “m” şekilli bir yay kullanırlardı. Yunanlılar ile girdikleri ilişkilerle bu yay Yunan kültürüne geçip “Grek yayı” ya da “Kupido yayı” (Kupido, Aşk Tanrısı Eros’un Yunan adıdır) olarak bilinir oldu. Bu yay evrimleşti ve MS. 7. ve 13. yy’lar arasında çok geniş bir coğrafyaya yayılan bir yay formu ortaya çıktı. Erken dönem Türk yayı denebilecek bu yay küçük varyasyonlarıyla Avrupa Hunları, Avarlar, Macarlar, Selçuklular tarafından kullanıldı.
Erken dönem Türk yayı

Muhtemelen bir başka evrim dalı da İran Platosu’nun Hint-Avrupa dili konuşan sakinlerinin elinde büyüyerek, meyvelerini meşhur Pers ve Hint-Pers yay aileleri olarak verdi. Sasânîler bu tip yaylar kullandılar. Bu yaylar, form olarak Babürşahlar ve Safevîler gibi Türk ve Türk-Moğol hanedanlarca yönetilen İran’da, sonraları Memlûk Mısır’ında yayları etkilediler. Zarif formu ve sıra dışı performansıyla Osmanlı yayı, 16. yy’ın ikinci yarısında bugün bilinen halini aldı. Yavuz Sultan Selim 1517’de Mısır’ı fethetmesinin ardından, oradaki kemanger (yay yapan kişi) ustalarını beraberinde İstanbul’a getirdi. Birçok uzman, Osmanlı yayının bu en gelişmiş, son halinin, bu Memlûk ustaların katkısıyla ortaya çıktığına inanır.

Kompozit yay, basit ahşap yaylara göre çok daha kısa yapılabildiği için, savaş arabaları ve at üzerinde kullanıma çok uygundur. Bunun bir sebebi, kısa boyunun verdiği manevra kâbiliyetidir. İkincisi, yüksek enerji verimiyle, aynı kuvvette bir basit ahşap yaya göre aynı ağırlıktaki oku daha hızlı atabilmesidir. Okçunun hareket ettiği, bazen hedefinin de hareket ettiği, dolayısıyla atıcıyla hedef arasındaki mesafenin devamlı değiştiği dinamikler içinde, hızlı ok büyük avantaj sağlamaktadır. MS. 9. yy’da Arap gezgini El-Cehiz meşhur seyahat notlarında, Türklerin at üzerinde ok atma becerisinden hayranlıkla bahseder. Onların at üzerinde giderken havada uçan bir kuşu okla vurabildiklerini, bu kâbiliyetleriyle asla aç kalmayacaklarını söyler.

Yay kullanarak uçan kuşları vurmak muhakkak önemli bir maharetti ve Osmanlı padişahlarını bile bunu yaparken gösteren minyatürler vardır. Ancak unutulmamalıdır ki, ok her zaman pahalı, yapılması emek gerektiren bir cephaneydi. Dolayısıyla, kuş avında daha hesaplı ve etkili yöntemler geliştirmek gerekirdi. Ok yerine küçük kil mermiler ya da taş atan yaylar bir çözümdü. Bunlara kemankûre denirdi ve yayın kirişinde, bugünkü lastik sapanlardakine benzer bir donanımla taş tutulup atılabiliyordu.

Sultan I. Murad'ın çomakla kaplan avı

Ancak daha etkili ve sofistike bir çözüm, yırtıcı kuşları evcilleştirip avda kullanmaktı. Nitekim Türkler, İslâmiyet öncesinde de sonrasında da, yırtıcı kuşları avcılıkta kullanmışlardır. Bugün birçok Türk ülkesinde sürmekte olan, bizde de atmacacılıkla hâlâ yaşayan bu gelenek, “av avlamak, kuş kuşlamak” terimlerinin altında yatan anlamdır. Birçok makalede, herhangi bir silahla yapılan ava “avlamak”, yırtıcı kuşla yapılan ava “kuşlamak” dendiği belirtilmektedir. Yırtıcı kuşlarla avcılık Türkler’in yurt, alfabe ve dinlerini değiştirdikleri uzun serüvenlerinde kaybolmadan kalacak, Osmanlı Sarayı’nda üst seviyedeki askerî-bürokratik kadroları avcı kuşları besleyip eğiten avcı birlikleri oluşturacak, hattâ “kuş kuşlamak”, “av avlamak”tan değilse de kompozit yaydan daha uzun ömürlü olacaktır.